« Delikanlı bir çocuktu / Saçları kıvırcıktı / Gözleri ışıl ışıl gülerdi / Bıçkındı çalışkandı / Aşıktı sırılsıklam // Ölesiye sevdalı / Kurtuluşa tutkundu / Sözünden asla caymazdı / Sonsuzluğa gittiğinde / Paris’te sürgündü » İbrahim Yalçın

İBRAHİM YALÇIN'IN ARDINDAN

Züber Yıldız


İbrahim Yalçın’ın arkasından yazı yazmayı düşünmemiştim. Bizden bu kadar erken ayrılabileceğini düşünmediğim gibi. Ölümünü kabullenmekte zorlandığım ender yoldaşlardan biri olan İbrahim hakkında yazmanın benim için çok zor olduğunu ve yazacaklarımın onu anlatmaya yetmeyeceğini biliyorum. Tüm bu zorluklara rağmen onunla ortak mücadele geçmişimize bağlılık temelinde bir şeyler yazmak zorundayım.

26 Ocak 1976’da İlker Akman ve yoldaşlarının Malatya Beylerdere’sinde katledilmelerinden sonra örgütü varlığını anladım. 1977 Ağustos darbesi ile de örgütün merkezi kadrolarını gıyabında tanıdım. İbrahim Yalçın’ı da 1977 Ağustos operasyonunda alınan darbe sonrasında basındaki yansımalarından tanıdım. Basının gündemine giren bu kadroları tek tek merak eder ve mensubu oldukları örgüte sempati duyardım.  Ne var ki onlarla ilişki kurmak da o kadar kolay değildi. Bu sempati, Türkiye Devriminin Acil Sorunları (TDAS) isimli kitapçığı okumayla ve arkasından bağlantıyla sonuçlandı. Tercih yapmıştım ve yola koyulmuştum. Çok genç yaşta ve yine gençlerden oluşan bir grupla yapılması gereken işleri yapmaya başlamıştık.

İlker Akman’lardan sonra, Engin Erkiner, Nebil Rahuma, Belma Gürdil (Bombacı Leyla) ve İbrahin Yalçın yaptıkları eylemler nedeniyle  bilincimizi berraklaştırıyordu. Militan duruşları, cezaevinde olmalarına rağmen, onlara önder kadrolarımız olarak bakmamızı sağlıyordu.

Metris Cezaevi’ndeki tutsaklar arasından özel olarak seçilen ve benim de içinde bulunduğum yaklaşık elli kişi ile Temmuz 1983’te açılışını yaptığımız Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi 12 bloktan oluşuyordu. Her şeyiyle özel hazırlanmış hücre tipi cezaeviydi. Bu cezaevinde, zorla tek tip elbise (TTE) giydirme, saçları kesme ve ellerimizi kelepçeleyerek tek kişilik hücrelere koyma politikasına karşı, biz de direniş politikası geliştirdik. TTE giymedik, zorla giydirilen elbiseyi çıkarıp attık, mahkemeye bile çıplak olarak gittik.

Özel cezaevine özel seçilmiş insanlar ve özel seçilmiş insanlara özel uygulamalar olunca, özel uygulamalara karşı özel karşı direniş kaçınılmaz oldu. Bu özel uygulamalara boyun eğmemek için, süresiz açlık grevi başlatma kararı aldık. Aldığımız bu kararı İstanbul tüm cezaevleri destekledi. Yaklaşık bir ay süren bu genel bir direniş sayesinde cezaevi idaresi bazı uygulamalardan vaz geçti. Kısmi de olsa bir rahatlama yaşadık.

Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi’nin ilk tutuklu ve hükümlülerini Metris’ten seçen yönetim, diğer cezaevlerindeki “seçilmiş” arkadaşları da buraya getirmeye başladı. İbrahim de Sultanahmet’ten operasyon yapılarak ve ağır darbeler alarak bulunduğumuz cezaevine getirildi. Abdullah Meral, M.Fatih Öktülmüş, Bedri Yağan ve Dursun Karataş ile birlikte İbrahim Yalçın da Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi’ne geldi. Zamanla bizi tekli hücrelerden alıp üç kişilik hücrelere verdiler. İbrahim yoldaşla ilk defa işte bu üçlü hücrede karşılaştım. Yaklaşık üç aya yakın aynı hücrede birlikte kaldık.

İbrahim’le karşılaşmam ve onunla aynı hücrede olmam beni oldukça mutlu etti. İçime bir sevinç doğmuştu desem abartı olmaz. Gıyabında tanıdığım ve hayranlık duyduğum bir yoldaşım karşımdaydı. İbrahim Yalçın, Engin Erkiner, Nebil Rahuma, Eşber Yağmurdereli, Haydar Yılmaz, Belma Gürdil ve diğer militan önder kadrolar merak ettiğim yoldaşlarımdandı. Bu nedenle onu daha yakından tanımanın verdiği sevinçle her günümüzü derin sohbetlerle geçirmeye başladım. İkimiz de aynı yerde olmaktan oldukça memnunduk.

Sohbetlerimiz ilk günlerde cezaevleri üzerine yoğunlaştı. Sultanahmet’te askerlerle karşılıklı vuruşmalar sonucu İbrahim ağır fiziki darbeler almıştı. Aldığı darbelerin izlerini yavaş yavaş atma çabasındaydı. Sağlam yapılı oluşu aldığı darbelerin etkisini önemli ölçüde azaltıyordu.

İlerleyen günlerde örgütün genel yapısıyla ve geçmişiyle geleceğiyle ilgili uzun sohbetlerimiz oldu. Ben bu sohbetlerden oldukça yararlandım. Bilmediğim birçok şeyi öğrendim. Onun anlatımı ile öncü kadrolarımızı tanımaya çalıştım. İkimizin de Engin Erkiner’e büyük sevgisi vardı. Örgütsel olarak Engin Hoca’nın ayrı düştüğünü bilmemize rağmen bu sevgimiz azalmadı. Ama bir hayıflanma da yok değildi. Defalarca “Engin mutlaka yeniden bizimle olmalı!..” dediğini iyi hatırlıyorum.

En iyi sohbetlerimiz üç kişilik hücre içerisinde attığımız voltalarda oldu. Günlük havalandırmaya çıktığımızda değişik arkadaşlarla birlikte volta atar ve onlarla sohbet ederdik Herkesle sohbet etmek ve dostluk kurmak, İbrahim'in en belirgin özelliğiydi. Arkadaşlarıyla çok iyi anlaşır ve kalıcı dostluklar edinirdi. Herkes tarafından sevilen ve sayılan bir yapıya sahipti.

Üç aylık hücre arkadaşlığımıza çok güzel sohbetler sığdırdık. Güzel olduğu kadar güvenilir bir yoldaşlığın uzun yolculuğunda işte bu kısa beraberliğin çok şey kattığını belirtmek isterim. İbrahim’in tabiriyle “akıllanmaz uslanmaz devrimcileri toplama kampı” olan Sağmalcılar Özel Tip Cezaevinde, toplam 14 cezaevinde kalmış ve oldukça tecrübeli bir yoldaşımla birlikte kalmak benim için çok önemliydi. Ta ki cezaevi yönetimi bizi ayırıp altı kişilik koğuş denilen hücrelere koyuncaya kadar. İbrahim’le mekanımız ayrıldıktan sonra görüşmelerimiz yazışmalarla devam etti.

Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi’nde sonuçlandırdığımız açlık grevlerinin üzerinden daha bir yıl geçmeden merkezi Metris olan ama tüm cezaevlerinin desteklediği Nisan 1984 Açlık Grevi başladı. Yaklaşık 35 gün süren süresiz açlık grevinden sonra eylem ölüm orucuna dönüştü ve dört arkadaşın ölümünden sonra , 75. günde bitirildi. Bu zorlu süreci atlattıktan sonra İbrahim Bolu ve arkasından Adapazarı cezaevlerine gönderildi ve 1986 başında tahliye oldu.

Çanakkale Cezaevi’nden 1988’in başında tahliye olduğumda İbrahim’le bağlantı kurma imkânım olmadı. Uzun yılların sancılı gidişatında bağlantı kuramama ve 28 yıl sonra yeniden buluşma!..

Yoldaşlık ilişkilerimiz 2012 sonbaharında Avrupa’daki yoldaşların bir araya geldiği Paris Buluşması’yla yeniden başladı. Buluşma kaynaşma ortamının yaratılmasının öncüsü İbrahim yoldaştı.  

Arkadaşlarını yoldaşlarını sürekli aramak sormak ve onların her türlü sorunuyla ilgilenmek, İbrahim’in önemli özelliklerinden biriydi. Espri düzeyi oldukça yüksekti. Güleryüzlü oluşu arkadaşlarına yoldaşlarına moral veriyordu. Paris’e her geldiğimde “ayrılmaz ikili” diye tabir ettiğim Irfan Dayioğlu ve Nuray Bayındır ile beni karşılaması mutluluk kaynağım oluyordu.

Aramızdan ayrılalı bir yıl oldu ve tüm yoldaşları ölümü ona hiç yakıştıramadı. “Ölüm adın kalleş olsun!..” deyimi en çok İbrahim yoldaş için kullanılmalı. İbo yoldaşımızı ve aramızdan ayrılan diğer yoldaşlarımızı yüreğimizde yaşatmaya devam edeceğimizden kimsenin şüphesi olmasın. Onlar ölmediler, kalbimizde bilincimizde mücadelemizde yaşıyorlar ve yaşamaya devam edeceklerdir.





İBRAHİM YALÇIN YOLDAŞIMDI


Cabir Hasan


“Delikanlı bir çocuktu,
Saçları kıvırcıktı,
Gözleri ışıl ışıl gülerdi
Bıçkındı, çalışkandı
Aşıktı sırılsıklam.

Ölesiye sevdalıydı
Kurtuluşa tutkundu,
Sözünden asla caymazdı,
Sonsuzluğa gittiğinde
Paris’te sürgündü.”

( İbrahim Yalçın, Eylül Portreleri )

Paris’e ilk geldiğimde TÖBDER’li bir arkadaşımın beni sınırda karşılaması gerekiyordu, karşılamadı. Arkadaşımla buluştuğumda ‘Beni niye karşılamadın?..’ dedim. “Param yoktu!..” diye söze başladı. Söyledikleri inandırıcı değildi. Korkaktı, benim ret ettiğim eylem büyük etki yapmıştı. Daha sonra, TÖB-DER’linin karaktersizliği ortaya çıkacaktı. İbrahim Yalçın adını ilk kez ondah duydum. İbrahim Yalçın’ı anlatan, çok öven kişiydi.

İbrahim yoldaşımla 1986’da Paris’te tanıştım. Tanıştıktan hemen sonra omuz omuza dayanışma yaparak mücadeleye katıldım.

İlk haberleşmemizde, İsviçre’deki sürgün hayatım sırasında, İbrahim bana telefon etti.“İbrahim kim?..” diye de merak etmiştim. Daha sonra, örgütün Charonton bölgesindeki evinde kendisiyle tanıştım. Adımı söylememle, “Evet, ismini duydum. Suriye’deki tüm yoldaşlarımın dilinde senin Bulgaristan’daki (Sofya) eylemin anlatılıyordu!..” dedi. Buradaki arkadaşları bir araya toplamamız gerektiğini söylediği anda, İbrahim Yalçın’ın ne denli temiz yürekli ve samimi biri olduğunu anladım. Örgütümüz içindeki olumsuzluklardan haberi yok gibi görünüyordu. “Örgüttekileri sen mi toparlayacaksın?..” dedim. Tebessümle “Hep birlikte toparlayacağız yoldaş!..” dedi.

Kendisini yeterince tanımadığımdan, kendi kendime ilerde gerçekleri öğrendiğinde ne yapacağını merak ettim. İbrahim yoldaşım örgüte olan bağlılığını iyi niyetiyle yansıtıyordu. O yüzden, örgütteki yönetici kişilerin olumsuzluklarını dolaylı yollardan anlatmaya çalıştım.

Bu görüşmenin üzerinden bir gün bile geçmeden anlattıklarımın bir kısmını TÖB-DER’li arkadaşa iletmişti. TÖB-DER’li arkadaşım, örgüt içindeki çelişkileri ve Orta Doğu’daki ayrımı biliyordu. Buna rağmen bana hiçbir şey söylemedi, tepki bile göstermedi. Aslında nabza göre şerbet veren bir kişiydi. Böl-yönet taktiğindeki köylü kurnazlığının farkındaydım. Bunları bildiğim için, bu arkadaş ve çevresindekilerle birlikte hareket edemeyeceğimden ilişkimi kopardım ve bağımsız hareket etmeye başladım. İşte bu sıralarda Suriye’den Paris’e Ali Sönmez geldi. Sönmez de benim gibi örgütle tüm bağlarını koparmıştı. Aynı durumdaydık.

Örgütün Mihrac Ural tarafından tasfiye edildiğini, Mihrac’ın faşistlerin bile yapmayacağı şeyleri yapan bir kişi olduğunu söyledi. Tüm olumsuzluklar üzerinde tartışmaya başladık. Yeni geldiği için barınma sorunu olduğundan, birkaç gün benim evimde kaldı. Ardından örgütten ayrılan diğer arkadaşların evinde kalmaya başladı. Örgütten ayrılan tüm yoldaşların fikrini alıp örgüt içindeki olumsuzlukları masaya yatırıyordu.

Ali yoldaşım Almanya’ya yerleşti. Mihrac Ural’ın herkesi suç ortağı yapması, kişisel çelişkiler yaratması, herkesin birbirine karşı düşman olmasını sağlamıştı. Bu konuda da başarılı oldu. Hiç unutmam, Türkiye’den yurtdışına kaçacağım günlerde bir yoldaşım “Mihrac Ural ile karşılaşırsan, ona fazla yaklaşma, arkasını sorma!..” demişti. Bu yoldaşımın uyarısını hiç unutmadım. “Bildiği bir şeyler var ki beni uyarıyor!..” diye düşündüm. Mihrac’ı tanımıyordum. Yine de o arkadaşımın uyarısı nedeniyle ondan uzak durmaya çalıştım.

İbrahim yoldaşımla ilk görüşmelerimde bu uyarılar aklıma geldi.

İbrahim yoldaşıma “Cemal!..” diyorduk. Cemal ile tüm olumsuzlukları tartışıyorduk. Örgütün tasfiyesini durdurmak için örgüt üzerine çöreklenmiş küçük burjuvalardan nasıl kurtulabileceğimiz konusunda fikir alış-verişi yapıyorduk. Örgütten ayrılan tüm yoldaşları toparlamaya çalışıyorduk.

İbrahim yoldaşım, Paris’e yeni gelmesi nedeniyle dil bilmiyordu. Herhangi bir işte çalışmıyordu. Devletin verdiği iltica parasıyla hayatını sürdürmeye çalışıyordu. Tüm bu sıkıntıların içinde örgütten tasfiyelere karşı tavır koydu. Bu devrimci tutum, Mihrac Ural’ı çileden çıkarıyordu.

Öyle ki, İbrahim Türkiye’de bulunun bazı ilişkileri ve bölge sorumlusu kişileri tanıyordu. Bu nedenle, Mihraç Ural ve adamları İbrahim’in örgütü ele geçirabileceğini düşünüyordu. İbrahim ile birlikte hareket etmeye başladık. Özellikle İbrahim’in ilişkide bulunduğu sorumlu iki yoldaşımızın Türkiye’den çıkması için gerekli parayı karşıladık. Zekeriya ve Sinan yoldaşlarımızı yurt dışına çıkarmayı başardık. Ekonomik durumuz sıfırlardaydı. Tek çalışan bendim.

Daha sonra, Haydar Yılmaz yoldaşın Çanakkale Cezaevi’nden kaçtığını duyduk. Uzun bir süre geçmesine rağmen, Haydar yoldaşın durumuyla ilgili hiçbir haber alamadık. Çaresiz bekleyecektik. Umudun sevince ve sevincin kaygıya dönüştüğü günler yaşadık. İbo yoldaş çıktı geldi. Neşeli olduğu zamanlarda yaptığı gibi eliyle midesinin üstünü aşağı yukarı sıvazlaı. “Anladım, yine yemek!..” dedim. Güldü!.. Başını yukarı kaldırdı, gözlerini gözüme dikti. “Haber geldi!..“ dedi. Sarıldık. Yakın bir yerde yemek yemeye karar verdik.

İş yapma zamanıydı. Konuşulacak iş vardı. İbrahim “Haydar’ın güvenli sekilde Türkiye’den çıkarılması için hazırlık yapılması gerekli!..” dedi.

Yoldas için yapılacak her şeye, elimden gelen tüm olanaklarımla katılacağımı söyledim. Arkadaşlar arasında para toplamaya karar verdik. 10.000.- Fransız Frankı verdim ve süreç başladı. Haydar’a bir miktar para iletebildik. Ancak, iletişim zaman zaman kopuyordu. Doğrudan bağlantı kurma seçeneğimiz yoktu.

Kaçaklık halleri zordur. En küçük bir dikkatsizlik, tamir ediledilemeyecek sonuçlara sebep olabilir. Nedenini bilmediğimiz ilişki kopukluklarının uzaması bizi sadece tedirgin etmiyordu. “Ya birsey olur da yakalanırsa!..” diye korkuyorduk. Biliyorduk ki bir aksilik, Mihral Ural ve yandaşlarının işine yarayacamtı. Aslı astarı izzahi olmayan spekülasyonların hedefi olacaktık. Şüphe yok ki yoldaşı bizim yakalattığımızı iddia edecekti. Yoldaşın dost bir örgütün güvencesinde olduğunu ve ilişki üzerinden bize ulaşabileğini biliyorduk ama yine de rahatsızdık. Bu nedenle, nefesimizi tutup yoldaşın bize ulaşmasını bekledik. Haydar yoldaşın bazı aksiliklere rağmen sağ salim Yunanistan’a getirildiğini öğrendik. Bir de teknik birşeyler isteniyordu. Şimdi bize daha yakındı ve güvenliği sağlanmıştı. “Devrimci dayanışma ruhu ve sabır!..“ kazanmıştı. İstediğimiz an gidip görüşebilirdik.

İstenen ihtiyaçlar temin edidi. Haydar’la İbrahim uzun uzun konuştular. Bizim durumumuz ve örgütün durumuna dair bilgiler verildi. Hemen ziyarete geleceğimizi de söyledik. Asla “Bizimle hareket et!..” demedik. “Nasıl olursa olsun, alacağın karara saygımız vardır!..” dedik. “Yüz yüze görüşmeyi en çok da kendisinin arzuladığını, konuşulması gereken her seyin mutlaka konuşması gerekenlerle gerektigi kadar konuşulacağı ve en doğru davranışın seçileceğine dair inancını” ifade etti. Haklıydı, karar vermekte acele etmedi. Tasfiyecilerin gerçek yüzünü ve ne kadar kirlendiklerini kısa zamanda gördü ve kararını verdi. Tasfiyecilerin hevesi ve beklentileri kursaklarında kaldı. Ders olsun!.. 

Bu nedenle, İbrahim’e her akşam iş yerime gelmelerini söyledim. Yanıma müşteri gibi gelen yoldaşlarıma 5 frank para veriyordum. Onlardan sandviç siparişi alıyordum. Kimse görmeden bana 5 frank ödeme yaptıklarında 50 frank ödeme yapılmış gibi para üstü ödüyordum. Ayrıca, çalıştığım yerde hakkıma düşen sandviçi ve bahşişleri yoldaşlarıma veriyordum.

İbrahim yoldaşım, gerçekten de saf ve temiz yürekliydi. Tabi ki, hataları vardı. Hayatta herkesin hatası olur.

İbrahim herkese çok güvenirdi. Güvenilmemesi gereken insanlara bile bir fırsat verirdi. Bu konuda çok yönlü tartışmalarımız oldu. Bazen birbirimizin kalbini kırsak da ortak noktamız çoktu. Amacımız, yoldaşlarımızın bize emanet ettiği Cephe bayrağını dalgalandırmak ve örgütümüze egemen olan ihanet zincirini ortaya çıkarmaktı.

Bu arada anlatmam gereken konu daha var. Mihraç Ural ve adamları, örgütü toparlamamızı engellemek için İbrahim Yalçın ile ilişkimi kesmemi istiyorlardı. İbrahim yoldaşımla kısa sürede bir çok yoldaşımızı bir araya getirmeyi başardık. İşte bu durum Mihraç Ural için tehlike teşkil ediyordu. Sabah beşte işbaşı yapıyordum. Gece bire kadar çalışıyordum. Ehliyetim olmadığı için sabaha kadar sokakta veya kahvede bekliyordum. Sabah ilk trenle eve gidiyordum. Tam iki yıl gece çalıştım, gündüz uyudum.

Mihraç bu durumlardan çok rahatsızdı. Biz yoldaşım İbrahim ile hiçbir engeli tanımadık. Yurtdışında yaşayan yoldaşlarımızla birlikte olmanın sevincini yaşadık. İbrahim yoldaşımın en önemli özelliği, yoldaşlarını bir araya getirmesidir.

1986 yılından yoldaşımın vefatına kadar yanındaydım. Hastalığının son evresinde sevgimizin dostluğumuzun sıcaklığını en derin yaşayanlardanım. Onu son yolculuğuna işte bu duygularla yolladım.





İYİLERİN İYİSİYDİ, DELİLERİN DELİSİYDİ!..

Cahit Çelik


Aralık 1979 Acilciler operasyonu yapılırken beni de gözaltına aldılar. İstanbul’da 17 kişi tutuklandık. Yakalanma durumları gözden geçirilirken ayrışma tartışma kaçınılmaz oldu. Ocak 1980’de gruptan ayrıldım. Buna rağmen, aynı komün içinde kaldım. Sağmalcılar’dan toplu firar yapılınca, Günay Karaca komün toplantısı yaptı. Çağrılmadığım için katılmadım ve komünden ayrıldım. 

Benimle birlikte tutuklanmış olan Hasan Yalçın ile işte bu ayrılıktan sonra yakınlaştım. Konuşacak başka şey olmayınca kırk gün boyunca İbrahim Yalçın’ı anlattı. Abisine hayrandı. Beş ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye oldu. Hasan’dan bir ay sonra ben tahliye oldum. Tutuklu kaldığım günlerde benimle ilgilenmediği için TÖB-DER’den ayrıldım. Ne yapmak gerekirse, tek başıma yaptım.

Acilciler eski defterleri karıştırmaya başlayınca ben de öğrendiklerimi bildiklerimi yazdım. Daha doğrusu, yazmak zorunda kaldım.

Resim dersinin İlköğretim Programı’ndan çıkarıldığını öğrenince, on yıllık emekli olduğum halde, “Bu beni ilgilendirmez!..” demedim. Yerli ve yabancı gericiliğin karşısına iş üreterek çıktım. Dört kitapçıktan oluşan bir takım Boyama Kitabı yaptım. Kredi kartından borç alarak kendim bastırdım. Dağıtımcılar dağıtmadı, satıcılar satmadı, alıcılar almadı.

Daha sonra, Miro beni Antakya’ya davet etti. Antakya’da gidersem, Boyama kitaplarımı almak için 40.000.- dolar vereceğini söyledi. Daveti kabul etmedim. Yüksel Eriş adına vasiyet yazdırdı. Bu rezilliğin karşılığı olmalıydı. Yüksel Eriş’i olduğu gibi tanıtmak için Şimdi biz ne yapmış olduk?..başlıklı yazıyı yazdım. Yüksel Eriş  blogunu yaptım.  Yazı yayınlanınca ortalık karıştı.  

Mürüvvet’in attığı yalanlar ve Ali Fuat’ın yaptığı tehditler işe yaramadı. Rıza’nın yoldaşı Kutay işe karıştı. Yüksel Eriş blogunu kapattırmak için uğraştılar. Başarılı olamayınca, Yüksel Eriş adına facebook sayfası açtılar ve o sayfa üzerinden üstü örtülü olarak bana dil uzattılar. Miro Masalı ’nı yazmaya başladım. Anladıkları dilden istedikleri karşılığı aldılar.

Lazkiya’daki Genel Sekreter, İbrahim Yalçın’ı aşağılamak için “mendebur” yakıştırması yapıyordu. Engin’e Engincik diyordu. Genel Sekreter’in yaptığı yakıştırmaları ve uydurduğu zırvaları aynen aldım. Öğrendiğim bildiğim ve tahmin ettiğim şeyleri resimler eşliğinde anlattım. Anlatımın içeriği, yakıştırma adları güzelleştirdi. Miro’nun dangalak düdük olduğu açığa çıktı. 

Miro Masalı 148 bölüm olunca Antakyalı hela çukuru Lazkiya’da patladı. Türkiye’deki uzantılar da pisliğe katıldı. Kredi kartım bloke oldu. Emekli aylığıma haciz konuldu. Kardeşlerim işten çıkarıldı. Eletrik su telefon internet doğalgaz faturalarımı ödeyemez hale geldim. Elveda İnsanlık!.. başlıklı yazıyı yazdım Yılbaşından iki gün önce, İbrahim Yalçın bana 600.- avro gönderdi. Rahat bir nefes aldım. Yeryüzünde yalnız olmadığımı anladım. 

Miro’nun yazdığı zırvaları yanıtlarıyla birlikte ballandıra ballandıra anlattım. Akıl fikir zikir birliği yaptığı çakalların fotoğrafını ortaya çıkardım. Mahkemeye gittiler, mahkeme sürecini de yazdım. Tehditler küfürler mahkemeler hacizler işe yaramayınca, evim 7/24 gözetlemeye alındı. Elemanları atlattım. Kardeşimin kredi kartıyla bir bilet aldım. Uçağa binerken, İbrahim Yalçın’ı aradım. “Beni bekle, geliyorum!..” dedim. Dört saat sonra, Paris’te buluştuk. İki hafta boyunca gezdik tozduk konuştuk. Aramızda aşılmaz dağlar yokmuş. 

Evimin önündeki pislikler temizlendi. İstanbul’a geldim. İşleri yoluna koydum. Hacizden kurtuldum.

İbo birgün telefon etti. “Moruk, Viyana’ya gelirsen, tavuk benden, rakı senden!..” dedi. Engin de gelecekmiş. Viyana’da buluşmak için anlaştık. Vakti saati gelince Viyana toprağına bastım. Bagajım yoktu. Elimde iki poşet vardı, birinde iki şişe 70’lik rakı ve iki paket cigara, diğerinde tuğla gibi üç kitap. Pasaport kontrolü yapıldı. Exit işaretlerini takip ederek herkesten önce çıkış kapısına geldim, imansız kapı açılmadı. Exit işaretini takip ettim, döndüm dolaştım yini aynı yere geldim, kapı yine açılmadı. Exit işaretlerini bir daha takip ettim, bin daha aynı yere geldim.

Polisle göz göze geldik. Çıkış kapısının nerede olduğunu sordum. Kadın polis elimdeki poşetlere gözucuyla baktı. Kitapları görünce mayıştı. İstanbul’dan geldiğimi ve “Nayn!..” diyecek kadar Almanca bildiğimi öğrenince, Bosfor rakı kebap Topkapı Ayasofya muhabbetine girişti. Bana açılmayan kapı, dibine kadar gidilince, benimle birlikte gelen yolculara açıldı. Laf uzadıkça uzadı!..

İbo’nun telefon numarasını yazdığım kâğıdı kadına gösterdim. Kadın numarayı görünce muhabbet bitti. “Moment, moment!..” dedi. Poşetleri açmamı istedi. Bir şeyler söyledi. Gitti, tercüman getirdi.

Tercüman “Kardeşim sen bu karıya ne yaptın? Karıyı delirtmişsin!..” dedi. Konuyu kısaca anlattım. İbo’nun telefon numarasını gösterdim. “Şimdi olay anlaşıldı. Bu telefon, Fransız telefonu. Avusturyalılar Fransızları sevmez. O yüzden, kadın keçileri kaçırmış. Dört karton sigara getirmişsin. Üç karton sigarayı senden alacaklar ve ayrıca 60.- avro ceza yazacaklar!..” dedi.

İbo’ya haber vermek için ipe un serdim. “O kadar param yok, dışarıda beni bekleyen arkadaşım var, o gelsin cezayı ödesin!..” dedim. Kabul ettiler. Tercüman “Aman kardeşim, arkadaşına söyle, hangi dilden konuşursa konuşsun, tek kelime Fransızca konuşmasın. Yoksa sizi burada tutarlar, hapise koymadan bırakmazlar!..” dedi.

Haber vermek için dışarı çıktım. İbo’yu aradım taradım bulamadım. Tanımadığım iki kişi yanıma geldi. Biri koluma girdi. “Avusturya Polisi” olduklarını söyledi. “Geç kaldınız, hakiki polisler beni yakaladı!..” dedim. Mendebur İbo’yu buldum. İçeri girdik. 60.- avro ceza ödedik. Güle oynaya Kâzım’ın yerine geldik.

Engin de oradaydı. Azcık rakı şarap içtik. Havadan sudan dereden tepeden konuştuk. Kafa kıyak olunca, az biraz uçtuk. Sabah oldu, mide rahatsızlığım arttı. Kıvranmaya başladım. O akşam islami usullerle kesilmiş keçiyi yedik bitirdik. İbo’nun TDAS Yayınları önerisini kabul ettik. “Hava soğuk, üşüdüm!..” dümeniyle Kâzım’ın ceketini giydim. Giyilen çıkarılmazmış. Ben de çıkarmadım.

Ertesi gün İbo ile birlikte Almanya’ya gittik. Yol boyunca hiçbir şey yiyemedim. Su bile içemedim. İbo ağzını doldura doldura, “Yav kardeşim şimdi ben seni ne yapiyim? Heç bişey yemiyon, heç bişey içmiyon, bi de bu haline bakmadan gezmelere çıkıyon!..” diye söylenmeye başladı. Yol uzadıkça uzadı!..

Gele gele geldik Ali İhsan’ın evine. “Buyur, buyur!..” ettiler. Baş köşeyi bana verdiler. “De haydi!..” dediler. Bir o yana baktım, bir bu yana baktım. Gözüm kesmedi, bir lokmacık alamadım. Bahane yaratmak için sofrayı gözden geçirdim, sofrada kuş sütü yoktu, “Süt var mı?..” dedim. Bir bardak süt içtim. Sabah olunca, Perihan abla nane limon kaynattı. Azcık üzüm yedim. Kendime geldim. 

“Engin beni bugün uçur, böylesi daha ucuz olur!..” dedim. Akşam uçağa bindim. Uçakta bir fincan zeytinyağlı taze fasulye ile birlikte ıvır zıvır şeyler verdiler, hepsini  yedim. Eve geldiğimde tanınacak halde değildim.

Daha sonra, İbo’nun hastalandığını öğrendim. Tedavi sürecini takip ettim. “Milyonda birsin, hastalığı yenersin!..” demekten başka hiçbir şey yapamadım. Saçları kaşları dökülmedi. Keloğlan olmadan gitti. 

17 Nisan 2016 Cumartesi gecesi Pazara bağlanırken Paris-Malatya uçağı alana indi. Mızrap Ağa’nın oğlu İbrahim Yalçın alkışlarla karşılandı. Kırk araçlık konvoy eşliğinde gecenin karanlığını yara yara Elbistan’a ulaştı. Doğduğu büyüdüğü evi ziyaret ettikten sonra geceyi geçirmek için Cemevi’ne gitti. Sabah olunca, ayrılığın vakti saati gelince, baba ocağında kardeşleriyle yeğenleriyle sevenleriyle helalleşti. Cemevi’nde canlarıyla söyleşti. Daha sonra, annesinin babasının kardeşinin yanında vatan toprağına ekildi.

O şimdi, Nurhak Dağı’na baka baka ışıklar içinde yatıyor. İnsanlığın bilgi bahçesinde kan kırmızı çiçek açıyor. Yaptıkları yazdıkları arkadaşlarına yoldaşlarına dostlarına ışık oluyor!..






HAYATTA İZ BIRAKACAKSIN!..

Engin Erkiner 


İbrahim ile ilgili yazıya başlamadan önce hayli düşünmem gerekti. Konu belli; 2008-2013 arasında  www.enginerkiner.org  sitesi aracılığıyla süren tarihimizin baştan aşağıya ve kamuoyuna açık olarak gözden geçirilmesi ve içimizdeki büyük ihanetin ortaya çıkarılması süreci…

Ülkeden ve ülke dışından 25 kişi, bazılarının adları geri planda kalarak bu süreçte yer aldılar. İbrahim ile ben ön plandaydık, konuyla ilgili olarak en fazla biz yazdık ve bu da normaldi çünkü ikimiz de merkez düzeyde kişiler olduğumuz için geneli daha iyi görebiliyorduk.

Konu belli, ne anlatılacağı da belli ama nasıl başlanabilirdi, bir süre bulamadım. Sonra internette bir yerde başlığı okudum: hayatta iz bırakacaksın! Hayattan gittiğinde geride bıraktığın iz olacak…

Her insan hayatta bir sürü şey yapar ve bunların büyük çoğunluğu unutulur. O kadar ki yapanın kendisi bile hatırlamayabilir. Hepimizin hayatı böyle olaylarla doludur. Bazı önemli şeyler ise unutulmaz, iz olarak kalırlar. Neyin kalacağı, neyin unutulacağı yapılırken bilinmez; aradan zaman geçtikten sonra belli olur.

Mesela, 1974-75’te yazdığım Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nın (TDAS) bir harekete adını vereceğini ve aradan 30-35 yıl geçtikten sonra 1975-80 döneminin en iyi metinlerinden birisi olarak kabul edileceğini önceden bilemezdim. TDAS’ın izi kaldı ve kalacak…

Keza, 28 yıl yayınlanan YAZIN Dergisi’nin de izi daha az oranda olmakla birlikte kaldı. Bunu şimdiden görmek mümkündür. Ülke dışında en uzun süreli çıkan kültür dergisi olmasının yanı sıra, Almanya’da başlayan ve ardından on bir yıl Türkiye’de de çıkan bir dergi olmak özelliğine sahiptir.

Buna karşın, Paris ev işgalleri zamanla unutulacak bir olaydır. Zamanında önemliydi, Türkçe ve Fransızca basında yer aldı. Acilciler hareketinin 12 Eylül sonrasındaki en büyük eylemidir. Hakkında bir de kitap yazdım ama zamanın yıpratıcı etkisine dayanmayacaktır.

İbrahim Yalçın’ın adı yaygın olarak biliniyor. Cezaevi direnişlerinden, sosyalist hareket içindeki ilişkilerinden ve tutumundan biliniyor, ama buradan kalıcı iz çıkması zordur.

Buna karşılık 2008-2013 arasında yaşadığımız örgütsel tarihimizle hesaplaşma sürecinin izi kalacak gibi görünüyor. Ne o ve ne de ben, bu işe başlarken konunun bu kadar duyulacağını, tahminimizin oldukça ilerisinde aydınlatıcı olacağını, tarihimizle ilgili bilmediklerimizin bu kadar ortaya çıkabileceğini düşünmemiştik.

Her zamanki özellik; başlarken konunun daha sonra ulaşacağı boyutu düşünemiyorsunuz.

Reyhanlı katliamından bir gün sonra bütün basın Acilciler adıyla doluydu. Katliamı bu örgütün yaptığı söyleniyordu. Polisin açıklaması da bu yöndeydi. Kendisini “Acilciler’in genel sekreteri” olarak gösteren Lazkiyeli Mihrac Ural da katliamın arkasındaki isim olarak öne çıkarılıyordu.

O gece “Acilciler Reyhanlı katliamında yoktur” başlıklı bir yazı yazıp sitede yayınladım. Ertesi gün öğleyin üniversitede dersteyim, cep telefonuyla internete girip sitedeki duruma baktım. O günkü ziyaretçi sayısı 1400 kadardı ve fena rakam değildi. Biraz sonra içime şüphe düştü, yanlış okumuştum sanırım. Bir daha baktım, arada bir sıfır daha vardı; 14 bin civarında giriş yapılmıştı. Yazı çok okunmuştu ve okunuyordu. Kuşkusuz insanlar Acilciler ile ilgili bilgiyi burada bulabileceklerini önceden bilmeselerdi yazı kısa sürede bu kadar çok okunmazdı. Tanınıyorduk, izleniyorduk.

Tam da istediğimiz gibi oluyordu. Siteye şu veya bu yazı için giren başka yazıları da okuyordu. Okunma sayılarındaki artıştan bu durum izlenebiliyordu.

Kuvvetle tahmin ediyorum ki bu yapılanın izi kalacaktır. Şimdilik öyle görünüyor, ilerde de sürer umarım…

İbrahim Yalçın mutlu öldü, çünkü hayatı boyunca çok şey yapmanın ötesinde geride iz bıraktığından emindi.

Ölümünden önceki görüşmemizde, “Neler ortaya çıktı, bu kadarını hiç düşünmemiştik” demişti. Konunun bu kadar büyüyeceğini, bu kadar dikkat çekeceğini daha önce hiç birimiz düşünmemiştik. Ama geleceğe kalan bütün önemli konularda hep böyle olur; başlarken bilemezsiniz.

2008-2013 arasındaki süreci başlıklara bölerek ve başlıca noktaları öne çıkararak anlatacağım. Ayrıntıları, tarihimizdeki ihanetin adım adım nasıl ortaya çıkarıldığını merak edenler, yazının başında adı geçen site dahil, birazdan vereceğim geniş listedeki internet adreslerini dolaşmalıdırlar.

2008-2013 süreci bir hayatın bitiş sürecidir. 1976’da 20 yaşındayken içimize Muhabarat ajanı olarak giren Mihrac Ural, 2013’te 57 yaşındayken kirli işleri, yoldaş cinayetleri, MİT bağlantısı ortaya çıkarılarak ölümden beter bir tasfiyeye uğramıştır. Kendisini yıllarca THKP-C (Acilciler) Genel Sekreteri olarak ilan eden bu tip artık bu adı ağzına alamaz duruma geldi.

Kişinin gerçek yüzü ortaya çıkarılarak hayatından 37 yıl götürülürse, geriye ne kalır?

Yine de bazı şeyler kalır: Hatay’da bazı “akıllı hemşeri”lerini ve mezhepçi zihniyet sahibi bir kısım Aleviyi bulabilir. Onlarla oynasın artık!

1. BAŞLANGIÇ

2008 yılı başlarında değişik politik hareketlerden arkadaşlar bana Faiz adında bir kişiyi tanıyıp tanımadığımı sordular. Tanımadığım gibi adını da ilk kez duyuyordum. Bu kişi benim hakkımda değişik suçlama yazılarını ulaşabildiği herkese gönderiyormuş. Kimdi bu tip, anlamadım.

Durum bir süre sonra ortaya çıktı: Mihrac Ural, adını Faiz Cebiroğlu olarak hatırladığım ve Danimarka’da öğretmenlik yapan bir hemşerisinin elektronik ileti adresinin şifresini almış, o izindeyken benim hakkımda suçlama yazıları gönderiyormuş. Yıllardır sesi çıkmayan bu tipe ne olmuştu böyle?

Gerçek durum birbirinden farklı gibi görünen parçaların birleşmesiyle birkaç yıl sonra tam olarak ortaya çıkacaktı: Bu bir devlet operasyonuydu. Mihrac Ural, Acilciler ve HDÖ davalarından hapis yatan kişilerin kurdukları  özgürmedya  adlı haber sitesine alınmamıştı, ama benden orada yazı yazmam istenmişti ve yazıyordum da…

Mihrac Ural ve işbirliği içinde olduğu devletin istihbarat örgütleri buradan THKP-C (Acilciler)’in yeniden kurulacağı ve benim de başlarına geçeceğim sonucuna ulaşmıştı. Tümüyle yanlış bir sonuçtu; ne benim ne de söz konusu haber sitesinde bulunanların böyle bir amacı yoktu, ama devlet ve Mihrac Ural böyle düşünüyordu. Bu nedenle, bana karşı sosyalist hareket çapında karalama kampanyasına başlamışlardı.

Başlangıçta nedeni bu kadar açık olarak belli olmayan bu girişim, birkaç yıl sonra Mihrac Ural’ın yakın elemanı Mehmet Yavuz’un DYP Mersin İl Başkan Yardımcısı ve bu partinin başkanı Mehmet Ağar ile yakın ilişkisi olmasının ortaya çıkmasıyla iyice açıklık kazanacaktı.

Büyük bir yanılgı temelinde başlayan ama sonuçta hayırlara vesile olan bir devlet operasyonu… İşe başlarken konunun ne kadar büyüyeceği ve bilinmeyenlerin nasıl ortaya döküleceği hesaplanamayabiliyor…

Mihrac Ural yeni öğrendiği elektronik medyayı kullanarak büyük işler yapabileceğini sanıyordu. Bu medya ile ilk tanışanlar genellikle böyle düşünürler. Bir bölümü ancak zamanla hayatta var olmadan bu medyada var olunamayacağını öğrenir, bir bölümü ise hiç öğrenemeyecektir. Yıllardır sosyalist hareketle ilişkisi bulunmayan bu tipin gerçek yerinin neresi olduğunu öğrenmesi, elektronik medyada boy göstermekle bir şey olunamayacağını anlaması, olunsa bile gelip geçici olduğunu görmesi için birkaç yıl yeterli oldu.

Yağma yok! Ona elektronik medyayı dar ettik...

Çok sayıda kişi tarafından bilinen ve izlenen  www.enginerkiner.org ’un yanı sıra aşağıdaki listeyi bilginize sunmak istiyorum. İçlerinde iyi bilinenler ve az bilinenler var. Sadece 2008-2013 süreciyle ilgili yazılar için şu bloglara da bakılabilir:



THKP-C/Acilciler-Tarih   http://thkp-c-acilciler-tarih.blogspot.com

NEBİL RAHUMA - Tarih   http://nebilrahuma-tarih.blogspot.com



Günay Karaca ve 81 Arkadaşı   http://iddianame-1980.blogspot.com

Belma’ya Mektuplar   http://enginerkiner-mektuplar.blogspot.com

Engin Erkiner - Yazılar   http://enginerkiner-yazilar.blogspot.com



TDAS Yayınları   http://tdas1.blogspot.com

Engin Erkiner   https://enginerkiner.wordpress.com

Engin Erkiner - Yazılar  https://enginerkineryazilar.wordpress.com





Konuyla ilgili bu kadar çok mu yazı var, diye sorarsanız; evet, diyeceğim. www.enginerkiner.org ’da yaklaşık 4.000 yazı yer alıyor. Bu yazıların yaklaşık yarısı, 2008-2013 süreciyle, içimizdeki hainin ortaya çıkarılmasıyla ilgilidir. Konuyla ilgili olarak 25 kişi yaklaşık 2.000 yazı yazdı. Bunların büyük bölümü ilgili sitede yer alıyor, yazı olarak yer almayanların da nerede yayınlandıklarının bilgisi sitede belirtilmiştir. Bloglarda konuyla ilgili bazı yazılar bir araya toplanıp daha derli toplu olarak yeniden sunulmuştur.

Devam edelim…

2. İLK DÖRT AY

Ağustos 1988’de ( www.enginerkiner.org ) yayına başladı, ( www.yazinverlag.org ) ile ( www.yazinverlag.de ) siteleri de faaliyete geçti, ama esas olarak ilkini kullanıyordum. Başlangıçtaki yayının içeriği tümüyle Mihrac Ural’ın Muhabarat faaliyetiyle ilgiliydi. Yalandan kim ölmüş misali kendisi de bunu inkâr ediyordu.

Kısa sürede bir şeyin farkına vardım; sosyalist hareketteki değişik insanlar bu konuda oldukça bilgiliydi ve kimse yazdıklarımı garip karşılamıyordu. 1980’li yıllarda çok kişi bir süreliğine Suriye’de kalmıştı ve bu kişinin açıktan yürüttüğü Muhabarat faaliyetini biliyordu. Bu ve çevresindeki birkaç kişi ülkeye gelen devrimciler hakkında Muhabarat’a rapor verirlermiş. İş bu derece ilerlemiş yani…

Nasıl olacak hangi aşamalardan geçecekti bilemiyordum ama herifin bu mücadeleyi kaybedeceği daha o aşamada belli olmaya başlamıştı.

Site faaliyete geçtikten iki ay kadar sonra  tanık1988  ismiyle elektronik bir ileti aldım. ODTÜ’den soyadı Tanık olan tanıdığım bir kişi vardı, önce o sandım. İletide Mihrac ile karşılıklı yazılarımızın devrimci harekete zarar verdiğinden ve bunların derhal durdurulması gerektiğinden söz ediliyordu. Tanık1988 Mihrac ile görüşmüştü ve o da bu yönde davranmaya hazır olduğunu açıklamıştı. Ek olarak zaman içinde o güne kadar yayınlanmış olanlar da yayından kaldırılacaktı.

Mihrac Ural interneti kullanmayı sadece kendisinin bildiğini sandığı için aynı yöntemi başkasının daha etkin kullanabileceğini düşünmemişti.

İletiyi bir kere daha dikkatle okudum, bu Mihrac’ın ifadesiydi. Yazan oydu ve bu iletinin tek anlamı vardı; hafiften harekete geçince bile karşı tarafta telaş başlamıştı. “Elinden geleni ardına koyma, neymişsin görelim bakalım!..” diye cevap yazdım. Başlanmıştı, sonuna kadar gidecektim…

O yılın sonbaharında Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye konuk ülkeydi ve ben de Yazın Yayıncılık adına stand almıştım. İbrahim de bir gün Paris’ten gelerek uğradı. Siteyi duymuştu ve “Neden ben de yazmıyorum?..” dedi. Soruyu bana değil kendisine soruyordu ve aynı yılın sonunda da uzun bir yazıyla başladı: Mihrac Ural adlı hain Türkiyeli devrimcileri aldatmaya devam ediyor!..

Bu yazı sitedeki konuk yazıları bölümündeki ilk yazıdır ve müthiş etkili oldu. Yazı başlığını internete verip öyle de bulabilirsiniz. Etkili olmasının nedeni, ayrıntılı ve somut bir yazı olmasıydı. İbrahim 1986’de Suriye’ye gitmiş, bir süre orada kalmış, durumu yaşamış ve daha önce olanları da öğrenmişti. Örgüt içi infazlar hakkında da ayrıntılı bilgisi vardı.

Sonraki yıllarda tahminlerimizin oldukça üzerinde büyüyecek sitenin kuruluşunu ve ilk birkaç aylık faaliyetini ben yürüttüm, daha sonra sayısı 25’e varan sayıda arkadaş yazılarıyla aramıza katıldı, ama şurası açıktır: 2008-2013 döneminin en etkili kişisi İbrahim Yalçın’dır. Daha sonra anlatacağım gibi birbirini iyi tamamlayan bir işbölümümüz vardı. Onun tanıdıkları benden hayli fazlaydı. Hareketin çok sayıda militanıyla hapiste kalmış, onları 1986’da Suriye’de de görmüştü. O sırada görmediklerini de nasıl bulabileceğini biliyordu ve hepsiyle temas kuruyordu. Mihrac Ural’ın işlediği suçlar konusundaki bilgisi benimkinden fazlaydı. Bu durum onun daha somut ve etkili yazmasının başlıca nedeniydi.

Kısa süre sonra 2008-2013 dönemindeki gelişmelerin dönüm noktası gündeme geldi: Nebil Rahuma olayı…

3. NEBİL RAHUMA

Mihrac Ural büyük oynadı: Nebil Rehuma adına Antakya’da içi boş bir mezar açıldı, amaç Nebil’in adını kullanarak örgütlenme yapmaktı. Fena fikir değildi doğrusu ama suçları o kadar büyüktü ki, iyi fikirler de onu kurtaramayacaktı.

Nebil Rahuma HDÖ’nün Adana sorumlusu Ali Çakmaklı’nın 12 Eylül’den hemen sonra Mihrac Ural’ın direktifiyle öldürülmesine misilleme olarak İstanbul’da HDÖ’cüler tarafından öldürülmüştü. Kendisine yöneltilen suçlamanın ipe sapa gelir tarafı yoktu, ama asıl önemli olan bu değildi.

12 Eylül sonrası dönemde İbrahim de ben de İstanbul’da idik. Ben konumum gereği ortalıkta fazla dolaşamıyordum. İbrahim’in Nebil ile düzenli bağlantısı vardı ve öldürülme sürecini biliyordu. Ek olarak Nebil, Mihrac tarafından resmen hedef gösterilmişti. Nebil’in gerçek öldürülme nedeni, HDÖ içinde Mihrac’ın ajanı olduğu düşüncesiydi. Mihrac da Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin ardından bu düşünceyi besleyecek haberleri ortalığa yaymıştı.

Nebil’in çocukluk arkadaşı Erkan Ulaşan, Nebil’in kendisine “Mihrac tarafından gönderilen pusulalarda yazılı olan yere gittiği için iki kere yakalandığını” söylediğini yazacaktı. Nebil iki kere yakalanmıştı: Mart 1978 operasyonunda ve hapisten kaçtıktan sonra bir kere daha…

İbrahim bu bilginin önemini hemen fark etti. Konunun ne kadar önemli olduğu Mihrac’ın yaşadığı panikten de anlaşılıyordu. Tabii hemen yalanladı, karşı tarafa suçlamalar yöneltti ama bunlara alışıktık. Bozuk mal satan işportacı gibi sürekli bağırıp çağırarak dikkati başka tarafa çekmeye çalışıyordu.

İbrahim de ben de Mihrac’ın Isparta cezaevine geldiğinde (1978 Mayıs) bize gösterdiği polis ifadesini hatırlıyorduk. Orada Nebil ile ilgili hiçbir şey yoktu. Nebil eğer  Mihrac tarafından yakalatılmış ise ve bu da ifadede yer almıyorsa, bunun tek anlamı ifadenin polis tarafından düzenlenmesiydi.

İfadesini yayınlamasını istedik, ama yapamadı. Herkesin polis ifadesini yayınlayan ve bunlar üzerinden çıkarsamalar yapan Mihrac’ın kendi ifadesi “arşive kalkmıştı”. İfadesinin polis tarafından –tabii ki anlaşma karşılığı- düzenlendiğinin anlaşılacağı korkusuyla “arşive kalktı” yalanına sığınıyordu.

Dikkatimiz böylece hakkında hiç bilgimiz bulunmayan, o güne kadar titizlikle saklanan Mart 1978 operasyonuna çevrildi. Bu operasyon Samsun, Bursa, İstanbul, Ankara, Niğde, Mersin, Antakya, Adana’da gerçekleşmiş ve yüze yakın Acilci yakalanmıştı. Nasıl olmuştu, bilinmiyordu ve hiçbir şekilde üzerine gidilmiyordu. Mart 1978’de İbrahim ile birlikte Isparta cezaevindeydik ve operasyonu gazetelerden okumuştuk. Konu daha sonra sürekli geçiştirilmişti.

Mihrac her zaman olduğu gibi önce yalana başvurdu. “O dönemde haberleşme için pusula kullanmazdık” dedi, hemen arkasından Mehmet Avan’dan yalanlama geldi: “Sen bana pusula verip İstanbul’a göndermemiş miydin?..” dedi.

Mihrac Ural “İki çeşit polis ifadesi yoktur, devrimci hareket de böyle bilir!..”  diye cevap verdi.

Büyük laf doğrusu! Devrimci hareket de böyle bilir’i etkili olması için ekliyor ama yalanlama hemen geldi: Polis, Mehmet Avan’a anlaşma teklif etmiş, “karşılığında ifadeni düzenleriz, fazla yatmazsın”  demiş; Mehmet kabul etmemiş ve on yıl hapis yatmıştı.

Bu arada Nebil’in gerçek mezarını aramak için birkaç kişi; Erkan, Mehmet Yavuz ve Hasan Balcı bir araya gelir. Nebil İstanbul’da öldürüldüğüne göre bilinmeyen mezarı da burada olmalıdır.

Hasan Balcı 1979 yılında 16 yaşındayken Selimiye Askeri Cezaevi’nde bir süre kalmış, beni oradan tanıyormuş. Hayal meyal birisini hatırlıyordum ama doğru mu hatırlıyordum, emin değildim. Hasan ile yazışmalarımız bende dengesiz ve gördüğü her boşluğa dalan bir tip izlenimi bıraktı. Mihrac ile internette tanışmıştı ve bir dönem onunla birlikteydi. Ardından site yayına başlayınca “gerçeği öğrenmiş” ve bizim tarafımıza geçmişti. Mihrac ile birbirlerine küfrediyorlardı ama aralarındaki bağlantının hiç kopmadığı görüşündeydim. Neden diye sorarsanız, içgüdüsel bir his diyebilirim. Isparta cezaevinde iken İstanbul mahkûmuyla altı ay aynı koğuşta kalmış ve büyük tecrübe sahibi olmuştum. Bu tiplerin birkaç hareketinden karakterini çıkarırdım.

Hasan büyük bir enerjiyle işe koyuldu ve yaptıklarını sürekli olarak sitede yazıp duyuruyordu. Bu arada bana övgülerini de ihmal etmiyordu. Toplam 60 yazı yazdı. Beni ve sonra İbrahim’i övdü, Mihrac’a ve Mehmet Yavuz’a sövdü, arama çalışmalarındaki gelişmeleri duyurdu. Çalışkan ve yararlı birisiydi, sadece ne yaptığını gözden kaçırmamak gerekiyordu.

Hasan’ın yazılarını siteden okuyabileceğiniz gibi özünü özetini yansıtan kısaltılmış biçimini de ( www.mihracural.wordpress.com )’dan okuyabilirsiniz. Bu sayfadaki Mihrac Ural fotoğrafına her baktığımda beni gülme tutar. Biz uydurmadık, kendisi yapmış ve yayınlamış. Terk edilmek zorunda kalınan Alevi evlerini yağmalarken enselendiğini örtbas etmek için “başarılı oldum” gerekçesiyle yeşillikten kendine taç yapıp poz vermiş!

Beni sürekli gülme tutar, sizi bilmem!

Ve derken Mihrac’a bizim de beklemediğimiz yerden ağır bir darbe daha geldi. Tanımadığı bir kadınla internette yaptığı yazışmaları siteden haberi olan kadın bize verdi ve amanın neler vardı!

4. MİHRAC URAL’IN İNTERNET YAZIŞMALARI

Yazışmalar o kadar uzundu ki, İbrahim bunları tefrika yaparak yayına hazırlamak zorunda kaldı. Mihrac Ural konuşuyordu da konuşuyordu. Bitmez tükenmez kendini övme bölümlerini bir yana bırakırsak, değerli bilgiler veriyordu. Muhabarat’ın üst düzey elemanlarıyla fotoğrafları vardı. Kendisini “genç Urubacı”  olarak tanıtıyordu. Bu örgüt babasının da dahil olduğu –ajanlık aile boyu- Hatay’ın Suriye’ye bağlanması için çalışan Muhabarat ilişkili bir örgütmüş. Böylece “Arap ve Alevi olduğum için bana Muhabarat diyorlar” diye ağlaşan şahsın kendisi ne olduğunu açıklamış oluyordu. Teşkilata iki haftada bir rapor verdiği de yazdığı bilgiler arasındaydı.

Ne raporu veriyordu acaba?

Hatay’da Suriye sınırına yakın bir karakolun fotoğraflarını çekerken yakalanan Ecevit Bahçecioğlu’nun faaliyetlerini bildiriyor olabilirdi. Bu gazete bilgisi “Suriye casusuna suçüstü”  başlığıyla yayınlanmıştı. Ek olarak, bir süre Suriye’de kalan İbrahim Yalçın oradaki Türkiyeli sosyalistlerin kendileriyle ilişkide ihtiyatlı davrandıklarını, çünkü Acilcilerin Muhabarat’a haklarında rapor verdiğini düşündüklerini yazmıştı.

Mihrac Ural yazdıklarını inkâr edemedi ve bu da zaten mümkün değildi. Bu tür bilgiler bize ulaştığında önce inanamadığım oldu. İnsan bu kadar pervasız olabilir miydi? Olabiliyormuş!..

Daha sonra başka bir internet arkadaşı da bize kendisiyle yazışmalarını gönderecekti. İbrahim bunları da iki bölüm halinde yayına hazırladı. Mihrac Ural burada “Acilciler’i ehlileştirdiğinden” söz ediyordu. Biz de zaten bunu iddia ediyorduk. Mart 1978 operasyonunda polisle anlaşan Mihrac Ural ifadesinin düzenlenmesi karşılığında Acilciler’i tasfiye etme sözü vermişti.

Derken bir bomba daha patladı: Mart 1978’de Bursa yerel gazetelerinden birisinde Mihrac’ın genelev önünde sıra beklerken fotoğrafı yayınlanmıştı. Hazret panik halindeydi, “bunlar geri kalan bilgiyi de bulur” düşüncesiyle kabul etti ve “kimliği olmadığı için geneleve giremediği” bilgisini verdi.

Vay be! Ülke çapında arandığını iddia eden kişi kimliksiz mi dolaşıyordu?

Bursa’da takip altında olduğu bilgisini de veriyordu. İyi de İbrahim’in de benim de hatırladığımız Mihrac’ın polis ifadesinde Bursa hakkında kelime yoktu. Bursa konusunu ilk defa duyuyorduk. Hazret dökülüyordu ve döküldükçe de MİT ile işbirliği iyice açığa çıkıyordu. Kimliksiz olduğu için geneleve alınmamıştı ve bunun tek açıklaması vardı: Kimliği polisteydi ve işbirliği o derecedeydi ki kendisine genelev hizmeti verilmişti!..

5. BİR DARBE DAHA…

Mihrac Ural “30 yıl sonra her şey unutulmuştur” sanırken MİT-Muhabarat ilişkisinin ortaya çıkmasına karşı yeni bir hamle yaptı. Müthiş bir psikolojik baskı altında bulunduğu için hamleyle birlikte hata da yaptı; çünkü düşünmüyordu, tek amacı o anı kurtarmaktı. Sağkolu sayılan Mehmet Yavuz vasıtasıyla internette “Biz Acilciler” diye başlayan bir duyuru yayınladı. Bu kişiler Mihrac Ural’a Acilciler olarak sahip çıkıyorlardı!

“Ben Acilciyim” demek “Ben Kanarya Sevenler Derneği üyesiyim” demekten farklıydı. Polis bunları “gizli örgüt üyeliği” gerekçesiyle gözaltına aldı, ifadelerini alıp bıraktı.

Bir süre sonra Mehmet Yavuz ve birkaç kişinin polisteki ifadesi bize ulaştı. Mehmet Yavuz ifadesinde DYP Mersin İl Başkan Yardımcısı olduğunu, bu partiden seçimde aday adayı olduğunu açıklıyordu.

Sitede bu ifadeyi okuyanların bana söyledikleri gerçekti: Sosyalist harekette böylesi bir olay ilk defa oluyordu. Şu pervasızlığa bakın; kişi devrimci geçiniyor, Nebil Rahuma’nın mezarının bulunmasıyla ilgileniyor, anma törenlerine katılıp sol yumruk havada marş söylüyor ve DYP’de önemli bir görevde bulunuyor!

Böylesi gerçekten görülmemişti!

Mehmet Yavuz daha sonra “battı balık yan gider” misali Mehmet Ağar ile yakın ilişkisini kendi bloğunda açıklayacaktı. Haklıydı, gizlenecek artık ne kalmıştı ki!

Bir devlet operasyonu karşısında bulunduğumuz artık kanıtlanmış sayılırdı.

6. MEZAR BULUNDU VE SONRASI…

Hasan Balcı, Nebil’in mezarını bulduğunu ilan etti! Gerçekte bulunan mezar değildi. Nebil kimsesiz birkaç kişiyle birlikte bir parsele gömülmüştü. Aradan yıllar geçmiş ve kemikler birbirine karışmış olmalıydı, Nebil’den kalanların bulunması ancak DNA analiziyle mümkündü.

Hasan’ın kafası bu kadar çalışmıyordu tabii ve unutulmuş Nebil Rahuma’nın hatırlanması ve gelişmelerin sosyalistler tarafından da izlenmesinden hareketle başka amaçlar peşindeydi. Boş gördüğü yere dalıyordu. Yüksel Eriş’i hedef seçti. Aklınca buradan hareketle Acilciler arasında yeni bir kanat oluşturacaktı, ama yapamadı.

Yüksel Eriş bloğu kuruldu ( www.yukseleris.blogspot.com ). Yüksel ile ilgili bilgileri yayınlamaya başladık. Hasan Balcı ne de olsa becerikli adam, Yüksel’in kardeşini yanına aldı ama Yüksel’in devrimci faaliyetiyle ilgili hiç bilgileri yoktu. Başarılı olamadılar.

İbrahim, “Bu adamın –Hasan’ı kastediyor- bizimle ne işi var, gönderelim gitsin” dedi. Ben de iki hafta kadar daha geçmesi gerektiğini, Hasan’ın “Nebil’i Mihrac’a teslim ederim” şantajına başvuracağını, ama kendisinin Nebil’in mezarı konusunun önemini kaybettiğini henüz anlamadığını belirttim.

İbrahim, bunun olamayacağını düşünüyordu. Hasan, Mihrac’a yönelik küfürlü birkaç yazı yazmış ve bunlar da sitede yayınlanmıştı. Gerekçesi haklıydı ama Isparta cezaevinde birlikte kaldığım İstanbul mahkûmundan hareketle bu tipleri tanıyordum. Kendisine tavır alındığını anlar anlamaz beklediğim şantajı yaptı.

“Hemen git, Nebil’den kalanları Mihrac’a teslim et. Mihrac’ın öldürdüklerinin yanında toprağa gömün. Üçünüz birlikte –Mehmet Yavuz dahil- devrimci marşlar söylersiniz. Size çok yakışacağına eminim!..” şeklinde cevap yazdım.

Mihrac Ural, Nebil’i kullanamamıştı, bu iş bitmişti. Nebil Rahuma hatırlanmıştı, nasıl yakalatıldığı, nasıl hedef gösterildiği konularında çok yayın yapılmıştı ve mezarının nerede olduğu artık hiç önemli değildi.

Hasan rest çekti, resti gördük, hiçbir şey yapamadı.

7. SONA DOĞRU…

Hiç beklemediğimiz bir şey daha öğrendik. Mihrac Ural ile birlikte yakalanan Mustafa Burgaz ile telefonda konuşuyoruz. Antakya’daki polis nezarethanesinde oraya getirilmiş olan Ali Fuat Çiler’den söz ederken lafın gelişi “Mihrac’ı da gördün değil mi?..” diye sordum.

“Hayır, Mihrac Antakya’ya gelmedi!..” dedi. Ne demek şimdi bu?

Mart 1978 operasyonunda hayatında Antakya’yı görmemiş olanların bile bu kente getirilip Samandağ’daki banka soygunuyla ilişkilendirilmek istendiğini biliyorduk. Antakyalı Mihrac Ural nasıl olur da bu kente getirilmezdi!..

İbrahim’e telefon edip durumu anlattım. Sessizlik oldu…

“Biz bunu şimdiye kadar nasıl düşünmedik?..” dedi.

Evet, düşünmemiştik, otomatik olarak Antakya’ya da götürüldüğünü varsayıyorduk. Mihrac polisle işbirliğinin ortaya çıkmaması için bu kente götürülmemişti. İbrahim bunu açıkça yazdı ve neden götürülmediğini sordu.

Mihrac panikten ne söyleyeceğini şaşırdı. “Orada deşifre değildim, onun için!..” dedi. Sürekli yalan söylemek zorunda kaldığı için kendi yalanlarını yalanlıyordu. Daha önce de deşifre olduğu için Adana’ya gitmek zorunda kaldığını anlatmıştı. Bu iş bitmişti, ama bitmiyordu ki…

8. ŞALTERLİ ELEKTRİK İŞKENCESİ

Darbuka artık elimizdeydi, istediğimiz ritmi verip Mihrac’ı oynatıyorduk.

“Sürekli olarak beni iki hafta boyunca dolaştırdılar, diyorsun. Nerelere götürdüler, anlatsana!..” diye sordum. Cevap yok!

Nasıl olsun; polis gezmeye götürmeyeceğine göre yer göstermeye götürmüştür. Cevap veremedi!

Bu sefer daha kolay bir soru sordum: “Çok işkence gördüm, her tarafım parçalandı diye defalarca yazdın. Nasıl işkence gördün, anlatsana!..”

Eh artık bu sorudan da kaçamazdı, kendisine “şalterli elektrik işkencesi” yapıldığını anlattı. İbrahim hemen atladı ve “Elektrik işkencesi şalterle yapılmaz!..” diye başladı.
Mihrac Ural bırakın işkence görmeyi, işkenceyi anlatan kitap bile okumamıştı. Elektriğin şalterle verildiğini sanıyordu!

Bütün çabası dikkatleri sürekli 1977 İstanbul darbesine çekerek Mart 1978 büyük operasyonunun gözden kaçırılmasını sağlamakta yoğunlaşmıştı ama yol bitmişti artık!

9. VE SON…

Bu iş bitmişti. Mihrac Ural sosyalist harekette, Acilciler arasında ve Antakya’da; MİT ile anlaşması, Muhabaratlığı, devrimci katilliği ve pis işleriyle fazlasıyla biliniyor olmuştu.

Bizi rahatsız eden tek konu kalmıştı: Kimsenin ciddiye aldığı yoktu ama bu kişi tarafından THKP-C (Acilciler) adının kullanılmasından rahatsız oluyorduk. Kendisi sözümona “Genel Sekreter” idi ve sürekli bu imzayla basın açıklamaları yayınlıyordu.

Reyhanlı katliamı oldu. Katliamın Mihrac Ural ve Acilciler tarafından yapıldığı basında yoğun olarak yer aldı. Buna karşı sitede yazının başlarında sözünü ettiğim çok okunan bir yazı yazdım ve iyice panikleyen Mihrac Ural da “Acilciler adlı örgütün 20 yıldır bulunmadığını” açıkladı. Olmayan örgütün genel sekreteri de olmayacağına göre artık bu ismi kullanamayacaktı. 2008’den beri böyle bir örgütün mevcut olmadığını sürekli anlatıyorduk, ama kendisi aksini iddia etmişti ve artık yolun sonuna gelmişti.

Ne orandadır bilemem ama Mihrac Ural’ın Reyhanlı katliamıyla bağlantısı olduğuna eminim. Yoksa “Bu paniğin nedeni nedir?..” diye sorulması gerekir.

Daha sonra Suriye iç savaşında “Komutan” görünümüyle varlığını sürdürmeye çalışacaktı. Biz amaçlarımıza ulaşmıştık, bundan sonra ne yaparsa yapsındı…

İbrahim’in hastanede olduğu günlerde kendisinin MİT tarafından kaçırıldığını, ortadan kaybolduğu haberlerini duyduk. Kim çıkarıyordu bu haberleri, yakın elemanları!..

“Ben öldüm, haberiniz olsun!..” numarasını bildiğimiz için sesimizi çıkarmadık ve bir süre sonra da terk edilmek zorunda kaldı. Alevi evlerini yağmalarken yakalandığı için hapiste olduğu ortaya çıktı.

Bir insan bu kadar karaktersiz olabilir mi, demek oluyormuş!..

10. DESTEKLER VE İŞBÖLÜMÜMÜZ

Sosyalist hareketin değişik bileşenlerinden büyük destek gördük. Mesela, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden Adliyeye götürülen kişilerin içinde Mihrac Ural ile birlikte olan Partizan’dan bir arkadaş, kendisinin hiç işkence görmemiş olduğunu iletti. Kurtuluş’tan ve Kürtlerden de epeyce destek gördük. Herkes bu heriften nefret ediyordu ve anlaşılan bugüne kadar da birisinin ses çıkarması beklenmişti.

Tanımadığımız iki kişi internette Mihrac Ural ile yaptıkları yazışmaları bize iletti. Herif o kadar pervasızdı ki tanımadığı insanlara açık olarak neler neler anlatmıştı. Anlaşılan, “Bunca zaman geçti artık her şey unutulmuştur!..” diye düşünüyordu.

Toplam 25 kişi yazılarıyla bu sürece önemli katkılarda bulundu. Herkesin bu tiple ilgili yaşadıkları vardı.

İbrahim ile aramdaki işbölümü de iyi çalıştı. Ben değişik kanallardan gelen bilgileri sınıflandırmayı, iç bağlantılarını kurmayı ve sonuçta ortaya bir tablo çıkarma işini yapıyordum. Tabloda eksik varsa, neyin eksik olduğunu ve bu eksiğin nerede aranması gerektiğini konuşuyorduk. Neredeyi aramak esas olarak İbrahim’e düşüyordu. Ne aradığınızı biliyorsanız ve onu nerede aramanız gerektiğini de aşağı yukarı belirlemişseniz, aradığınızı bulma şansınız hayli fazladır. Bizde de öyle oldu…

Az sayıda olmayan insanın konuyla ilgili geniş bilgisi vardı ve site duyuldukça, yazılanlar okundukça, insanlar kendiliklerinden bizimle ilişkiye geçiyor ve bildiklerini aktarıyorlardı. Her yeni bilgi boşluk dolduruyor ve tablo gittikçe netleşiyordu. Mihrac Ural’ın Muhabarat elemanı olduğunu zaten bilmeyen yoktu. Biz bunun 1976 yılı yaz aylarında Antakya’da aramıza girinceye kadar geriye gittiğini ortaya çıkardık.

1978 Mart operasyonunda polisle anlaşmıştı. Bir ülkenin –Suriye- polisiyle çalışan, başka ülkeninkiyle neden çalışmasın? Mart 1978’de çok sayıda Acilcinin yakalanmasının yanı sıra, 1979 sonundaki büyük operasyon da Mart 1978’in devamı sayılabilirdi. Mihrac Ural tanıdığı herkesi cezaevinde kendisiyle görüşmeye çağırıyor ve böylece herkes de polis takibine düşüyordu.

Ali Çakmaklı ve Müntecep Kesici’den başlayarak infaz edilmelerinde ön planda rol oynadığı cinayetleri ortaya çıkardık. Sonuçta iyi iş çıkardık...

Okur çok kısa anlatılan bu süreci adresleri verilen internet kaynaklarından bütün ayrıntılarıyla öğrenebilir.

11. İBRAHİM’İN ARDINDAN…

Önemli ve geleceğe kalacak bir iş yaptık. Bu işte en büyük pay İbrahim Yalçın’a aittir. Ek olarak, O’nun adı hareketimiz tarihinde İlker Akman ve Yüksel Eriş ile birlikte anılacaktır. İlker ile Yüksel ne yazık ki çok erken öldüler. İbrahim Yalçın hareketin kurucuları arasında değildi ama ismi daima ön planda olacaktır. Örgütlenmede, hapishanelerde ve son olarak da 2008-2013 döneminde önemli işler yaptı…

Her ölüm erken ölümdür ama İbrahim istediklerini önemli oranda yaptıktan sonra hayata veda etti. Herkes böyle yaşayamaz!

Ey Hayat – THKP-C (Acilciler) Anıları başlıklı kitabını bir süre sonra internette de yayınlayacağız. İbrahim’in “Sürekli not alıyordum ama kitap yazacak durumda değildim, bu site beni yazar yaptı!..”  belirlemesi, 2008-2013 arasındaki site üzerinden yayın faaliyetinin ne kadar çok işlevi yerine getirdiğini gösterir.

Nebil Rahuma unutulmuştu, hatırlandı. Yüksel Eriş çok az biliniyordu, bilinir oldu. Ve başlangıçtan beri değişik nedenlerle sürekli karşılaştığımız olgu yeniden gerçekleşti; isim cisimden çok büyüktü!..

Cisim 1988’de sona erdi ama isim sürüyor. İbrahim Yalçın bu ismin ayrılmaz bir parçası olarak kalacaktır. Yaptıkları yazdıkları ışığımız olacaktır.

12. ANMALAR

İbrahim Yalçın 13 Nisan 2016’da hayatını kaybetti. Bu yıl 30 Nisan’da Paris’te anma toplantısı yapılacak ve bunu her yıl tekrarlamayı planlıyoruz. Adres daha sonra duyurulacaktır. 




>> 30 Nisan 2017 Pazar günü saat 14’te Paris'te İbo yoldaşımızın 1. yıl ölüm yıl dönümü dolaysıyla bir anma yapılacak. Toplantımıza yoldaşlarımız, ailelerimiz ve tüm devrimciler davetlidir.


ADRES : Restaurant Kibele, 
12 rue l'Echiquier 75010 Paris