İbrahim Yalçın
İBRAHİM YALÇIN'IN ARDINDAN
Züber Yıldız
İbrahim Yalçın’ın arkasından yazı yazmayı
düşünmemiştim. Bizden bu kadar erken ayrılabileceğini düşünmediğim gibi.
Ölümünü kabullenmekte zorlandığım ender yoldaşlardan biri olan İbrahim hakkında
yazmanın benim için çok zor olduğunu ve yazacaklarımın onu anlatmaya
yetmeyeceğini biliyorum. Tüm bu zorluklara rağmen onunla ortak mücadele
geçmişimize bağlılık temelinde bir şeyler yazmak zorundayım.
26 Ocak 1976’da İlker Akman ve yoldaşlarının
Malatya Beylerdere’sinde katledilmelerinden sonra örgütü varlığını anladım.
1977 Ağustos darbesi ile de örgütün merkezi kadrolarını gıyabında tanıdım.
İbrahim Yalçın’ı da 1977 Ağustos operasyonunda alınan darbe sonrasında
basındaki yansımalarından tanıdım. Basının gündemine giren bu kadroları tek tek
merak eder ve mensubu oldukları örgüte sempati duyardım. Ne var ki onlarla
ilişki kurmak da o kadar kolay değildi. Bu sempati, Türkiye Devriminin Acil
Sorunları (TDAS) isimli kitapçığı okumayla ve arkasından bağlantıyla
sonuçlandı. Tercih yapmıştım ve yola koyulmuştum. Çok genç yaşta ve yine
gençlerden oluşan bir grupla yapılması gereken işleri yapmaya başlamıştık.
İlker Akman’lardan sonra, Engin Erkiner, Nebil
Rahuma, Belma Gürdil (Bombacı Leyla) ve İbrahin Yalçın yaptıkları eylemler
nedeniyle bilincimizi
berraklaştırıyordu. Militan duruşları, cezaevinde olmalarına rağmen, onlara
önder kadrolarımız olarak bakmamızı sağlıyordu.
Metris Cezaevi’ndeki tutsaklar arasından özel
olarak seçilen ve benim de içinde bulunduğum yaklaşık elli kişi ile Temmuz
1983’te açılışını yaptığımız Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi 12 bloktan
oluşuyordu. Her şeyiyle özel hazırlanmış hücre tipi cezaeviydi. Bu cezaevinde,
zorla tek tip elbise (TTE) giydirme, saçları kesme ve ellerimizi kelepçeleyerek
tek kişilik hücrelere koyma politikasına karşı, biz de direniş politikası
geliştirdik. TTE giymedik, zorla giydirilen elbiseyi çıkarıp attık, mahkemeye
bile çıplak olarak gittik.
Özel cezaevine özel seçilmiş insanlar ve özel
seçilmiş insanlara özel uygulamalar olunca, özel uygulamalara karşı özel karşı
direniş kaçınılmaz oldu. Bu özel uygulamalara boyun eğmemek için, süresiz açlık
grevi başlatma kararı aldık. Aldığımız bu kararı İstanbul tüm cezaevleri
destekledi. Yaklaşık bir ay süren bu genel bir direniş sayesinde cezaevi
idaresi bazı uygulamalardan vaz geçti. Kısmi de olsa bir rahatlama yaşadık.
Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi’nin ilk tutuklu ve
hükümlülerini Metris’ten seçen yönetim, diğer cezaevlerindeki “seçilmiş”
arkadaşları da buraya getirmeye başladı. İbrahim de Sultanahmet’ten operasyon
yapılarak ve ağır darbeler alarak bulunduğumuz cezaevine getirildi. Abdullah
Meral, M.Fatih Öktülmüş, Bedri Yağan ve Dursun Karataş ile birlikte İbrahim
Yalçın da Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi’ne geldi. Zamanla bizi tekli hücrelerden
alıp üç kişilik hücrelere verdiler. İbrahim yoldaşla ilk defa işte bu üçlü
hücrede karşılaştım. Yaklaşık üç aya yakın aynı hücrede birlikte kaldık.
İbrahim’le karşılaşmam ve onunla aynı hücrede
olmam beni oldukça mutlu etti. İçime bir sevinç doğmuştu desem abartı olmaz.
Gıyabında tanıdığım ve hayranlık duyduğum bir yoldaşım karşımdaydı. İbrahim
Yalçın, Engin Erkiner, Nebil Rahuma, Eşber Yağmurdereli, Haydar Yılmaz, Belma
Gürdil ve diğer militan önder kadrolar merak ettiğim yoldaşlarımdandı. Bu nedenle
onu daha yakından tanımanın verdiği sevinçle her günümüzü derin sohbetlerle
geçirmeye başladım. İkimiz de aynı yerde olmaktan oldukça memnunduk.
Sohbetlerimiz ilk günlerde cezaevleri üzerine
yoğunlaştı. Sultanahmet’te askerlerle karşılıklı vuruşmalar sonucu İbrahim ağır
fiziki darbeler almıştı. Aldığı darbelerin izlerini yavaş yavaş atma
çabasındaydı. Sağlam yapılı oluşu aldığı darbelerin etkisini önemli ölçüde
azaltıyordu.
İlerleyen günlerde örgütün genel yapısıyla ve
geçmişiyle geleceğiyle ilgili uzun sohbetlerimiz oldu. Ben bu sohbetlerden oldukça
yararlandım. Bilmediğim birçok şeyi öğrendim. Onun anlatımı ile öncü
kadrolarımızı tanımaya çalıştım. İkimizin de Engin Erkiner’e büyük sevgisi
vardı. Örgütsel olarak Engin Hoca’nın ayrı düştüğünü bilmemize rağmen bu
sevgimiz azalmadı. Ama bir hayıflanma da yok değildi. Defalarca “Engin mutlaka
yeniden bizimle olmalı!..” dediğini iyi hatırlıyorum.
En iyi sohbetlerimiz üç kişilik hücre içerisinde
attığımız voltalarda oldu. Günlük havalandırmaya çıktığımızda değişik
arkadaşlarla birlikte volta atar ve onlarla sohbet ederdik Herkesle sohbet
etmek ve dostluk kurmak, İbrahim'in en belirgin özelliğiydi. Arkadaşlarıyla çok
iyi anlaşır ve kalıcı dostluklar edinirdi. Herkes tarafından sevilen ve sayılan
bir yapıya sahipti.
Üç aylık hücre arkadaşlığımıza çok güzel
sohbetler sığdırdık. Güzel olduğu kadar güvenilir bir yoldaşlığın uzun
yolculuğunda işte bu kısa beraberliğin çok şey kattığını belirtmek isterim.
İbrahim’in tabiriyle “akıllanmaz uslanmaz devrimcileri toplama kampı” olan
Sağmalcılar Özel Tip Cezaevinde, toplam 14 cezaevinde kalmış ve oldukça
tecrübeli bir yoldaşımla birlikte kalmak benim için çok önemliydi. Ta ki
cezaevi yönetimi bizi ayırıp altı kişilik koğuş denilen hücrelere koyuncaya
kadar. İbrahim’le mekanımız ayrıldıktan sonra görüşmelerimiz yazışmalarla devam
etti.
Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi’nde
sonuçlandırdığımız açlık grevlerinin üzerinden daha bir yıl geçmeden merkezi
Metris olan ama tüm cezaevlerinin desteklediği Nisan 1984 Açlık Grevi başladı.
Yaklaşık 35 gün süren süresiz açlık grevinden sonra eylem ölüm orucuna dönüştü
ve dört arkadaşın ölümünden sonra , 75. günde bitirildi. Bu zorlu süreci
atlattıktan sonra İbrahim Bolu ve arkasından Adapazarı cezaevlerine gönderildi
ve 1986 başında tahliye oldu.
Çanakkale Cezaevi’nden 1988’in başında tahliye
olduğumda İbrahim’le bağlantı kurma imkânım olmadı. Uzun yılların sancılı gidişatında
bağlantı kuramama ve 28 yıl sonra yeniden buluşma!..
Yoldaşlık ilişkilerimiz 2012 sonbaharında Avrupa’daki
yoldaşların bir araya geldiği Paris Buluşması’yla yeniden başladı. Buluşma kaynaşma
ortamının yaratılmasının öncüsü İbrahim yoldaştı.
Arkadaşlarını yoldaşlarını sürekli aramak sormak
ve onların her türlü sorunuyla ilgilenmek, İbrahim’in önemli özelliklerinden
biriydi. Espri düzeyi oldukça yüksekti. Güleryüzlü oluşu arkadaşlarına
yoldaşlarına moral veriyordu. Paris’e her geldiğimde “ayrılmaz ikili” diye
tabir ettiğim Irfan Dayioğlu ve Nuray Bayındır ile beni karşılaması mutluluk
kaynağım oluyordu.
Aramızdan ayrılalı bir yıl oldu ve tüm
yoldaşları ölümü ona hiç yakıştıramadı. “Ölüm adın kalleş olsun!..” deyimi en
çok İbrahim yoldaş için kullanılmalı. İbo yoldaşımızı ve aramızdan ayrılan
diğer yoldaşlarımızı yüreğimizde yaşatmaya devam edeceğimizden kimsenin şüphesi
olmasın. Onlar ölmediler, kalbimizde bilincimizde mücadelemizde yaşıyorlar ve
yaşamaya devam edeceklerdir.
İBRAHİM YALÇIN YOLDAŞIMDI
Cabir Hasan
“Delikanlı bir çocuktu,
Saçları kıvırcıktı,
Gözleri ışıl ışıl gülerdi
Bıçkındı, çalışkandı
Aşıktı sırılsıklam.
Ölesiye sevdalıydı
Kurtuluşa tutkundu,
Sözünden asla caymazdı,
Sonsuzluğa gittiğinde
Paris’te sürgündü.”
( İbrahim
Yalçın, Eylül Portreleri )
Paris’e ilk geldiğimde TÖBDER’li bir arkadaşımın
beni sınırda karşılaması gerekiyordu, karşılamadı. Arkadaşımla buluştuğumda
‘Beni niye karşılamadın?..’ dedim. “Param yoktu!..” diye söze başladı.
Söyledikleri inandırıcı değildi. Korkaktı, benim ret ettiğim eylem büyük etki
yapmıştı. Daha sonra, TÖB-DER’linin karaktersizliği ortaya çıkacaktı. İbrahim
Yalçın adını ilk kez ondah duydum. İbrahim Yalçın’ı anlatan, çok öven kişiydi.
İbrahim yoldaşımla 1986’da Paris’te tanıştım.
Tanıştıktan hemen sonra omuz omuza dayanışma yaparak mücadeleye katıldım.
İlk haberleşmemizde, İsviçre’deki sürgün hayatım
sırasında, İbrahim bana telefon etti.“İbrahim kim?..” diye de merak etmiştim.
Daha sonra, örgütün Charonton bölgesindeki evinde kendisiyle tanıştım. Adımı
söylememle, “Evet, ismini duydum. Suriye’deki tüm yoldaşlarımın dilinde senin
Bulgaristan’daki (Sofya) eylemin anlatılıyordu!..” dedi. Buradaki arkadaşları
bir araya toplamamız gerektiğini söylediği anda, İbrahim Yalçın’ın ne denli
temiz yürekli ve samimi biri olduğunu anladım. Örgütümüz içindeki
olumsuzluklardan haberi yok gibi görünüyordu. “Örgüttekileri sen mi
toparlayacaksın?..” dedim. Tebessümle “Hep birlikte toparlayacağız yoldaş!..”
dedi.
Kendisini yeterince tanımadığımdan, kendi
kendime ilerde gerçekleri öğrendiğinde ne yapacağını merak ettim. İbrahim
yoldaşım örgüte olan bağlılığını iyi niyetiyle yansıtıyordu. O yüzden,
örgütteki yönetici kişilerin olumsuzluklarını dolaylı yollardan anlatmaya
çalıştım.
Bu görüşmenin üzerinden bir gün bile geçmeden
anlattıklarımın bir kısmını TÖB-DER’li arkadaşa iletmişti. TÖB-DER’li
arkadaşım, örgüt içindeki çelişkileri ve Orta Doğu’daki ayrımı biliyordu. Buna
rağmen bana hiçbir şey söylemedi, tepki bile göstermedi. Aslında nabza göre
şerbet veren bir kişiydi. Böl-yönet taktiğindeki köylü kurnazlığının
farkındaydım. Bunları bildiğim için, bu arkadaş ve çevresindekilerle birlikte
hareket edemeyeceğimden ilişkimi kopardım ve bağımsız hareket etmeye başladım.
İşte bu sıralarda Suriye’den Paris’e Ali Sönmez geldi. Sönmez de benim gibi
örgütle tüm bağlarını koparmıştı. Aynı durumdaydık.
Örgütün Mihrac Ural tarafından tasfiye
edildiğini, Mihrac’ın faşistlerin bile yapmayacağı şeyleri yapan bir kişi
olduğunu söyledi. Tüm olumsuzluklar üzerinde tartışmaya başladık. Yeni geldiği
için barınma sorunu olduğundan, birkaç gün benim evimde kaldı. Ardından
örgütten ayrılan diğer arkadaşların evinde kalmaya başladı. Örgütten ayrılan
tüm yoldaşların fikrini alıp örgüt içindeki olumsuzlukları masaya yatırıyordu.
Ali yoldaşım Almanya’ya yerleşti. Mihrac Ural’ın
herkesi suç ortağı yapması, kişisel çelişkiler yaratması, herkesin birbirine
karşı düşman olmasını sağlamıştı. Bu konuda da başarılı oldu. Hiç unutmam,
Türkiye’den yurtdışına kaçacağım günlerde bir yoldaşım “Mihrac Ural ile
karşılaşırsan, ona fazla yaklaşma, arkasını sorma!..” demişti. Bu yoldaşımın
uyarısını hiç unutmadım. “Bildiği bir şeyler var ki beni uyarıyor!..” diye
düşündüm. Mihrac’ı tanımıyordum. Yine de o arkadaşımın uyarısı nedeniyle ondan
uzak durmaya çalıştım.
İbrahim yoldaşımla ilk görüşmelerimde bu
uyarılar aklıma geldi.
İbrahim yoldaşıma “Cemal!..” diyorduk. Cemal ile
tüm olumsuzlukları tartışıyorduk. Örgütün tasfiyesini durdurmak için örgüt
üzerine çöreklenmiş küçük burjuvalardan nasıl kurtulabileceğimiz konusunda
fikir alış-verişi yapıyorduk. Örgütten ayrılan tüm yoldaşları toparlamaya
çalışıyorduk.
İbrahim yoldaşım, Paris’e yeni gelmesi nedeniyle
dil bilmiyordu. Herhangi bir işte çalışmıyordu. Devletin verdiği iltica
parasıyla hayatını sürdürmeye çalışıyordu. Tüm bu sıkıntıların içinde örgütten
tasfiyelere karşı tavır koydu. Bu devrimci tutum, Mihrac Ural’ı çileden
çıkarıyordu.
Öyle ki, İbrahim Türkiye’de bulunun bazı
ilişkileri ve bölge sorumlusu kişileri tanıyordu. Bu nedenle, Mihraç Ural ve
adamları İbrahim’in örgütü ele geçirabileceğini düşünüyordu. İbrahim ile
birlikte hareket etmeye başladık. Özellikle İbrahim’in ilişkide bulunduğu
sorumlu iki yoldaşımızın Türkiye’den çıkması için gerekli parayı karşıladık.
Zekeriya ve Sinan yoldaşlarımızı yurt dışına çıkarmayı başardık. Ekonomik
durumuz sıfırlardaydı. Tek çalışan bendim.
Daha sonra, Haydar Yılmaz yoldaşın Çanakkale
Cezaevi’nden kaçtığını duyduk. Uzun bir süre geçmesine rağmen, Haydar yoldaşın
durumuyla ilgili hiçbir haber alamadık. Çaresiz bekleyecektik. Umudun sevince
ve sevincin kaygıya dönüştüğü günler yaşadık. İbo yoldaş çıktı geldi. Neşeli
olduğu zamanlarda yaptığı gibi eliyle midesinin üstünü aşağı yukarı sıvazlaı.
“Anladım, yine yemek!..” dedim. Güldü!.. Başını yukarı kaldırdı, gözlerini
gözüme dikti. “Haber geldi!..“ dedi. Sarıldık. Yakın bir yerde yemek yemeye
karar verdik.
İş yapma zamanıydı. Konuşulacak iş vardı.
İbrahim “Haydar’ın güvenli sekilde Türkiye’den çıkarılması için hazırlık
yapılması gerekli!..” dedi.
Yoldas için yapılacak her şeye, elimden gelen
tüm olanaklarımla katılacağımı söyledim. Arkadaşlar arasında para toplamaya
karar verdik. 10.000.- Fransız Frankı verdim ve süreç başladı. Haydar’a bir
miktar para iletebildik. Ancak, iletişim zaman zaman kopuyordu. Doğrudan
bağlantı kurma seçeneğimiz yoktu.
Kaçaklık halleri zordur. En küçük bir
dikkatsizlik, tamir ediledilemeyecek sonuçlara sebep olabilir. Nedenini
bilmediğimiz ilişki kopukluklarının uzaması bizi sadece tedirgin etmiyordu. “Ya
birsey olur da yakalanırsa!..” diye korkuyorduk. Biliyorduk ki bir aksilik,
Mihral Ural ve yandaşlarının işine yarayacamtı. Aslı astarı izzahi olmayan
spekülasyonların hedefi olacaktık. Şüphe yok ki yoldaşı bizim yakalattığımızı
iddia edecekti. Yoldaşın dost bir örgütün güvencesinde olduğunu ve ilişki
üzerinden bize ulaşabileğini biliyorduk ama yine de rahatsızdık. Bu nedenle,
nefesimizi tutup yoldaşın bize ulaşmasını bekledik. Haydar yoldaşın bazı
aksiliklere rağmen sağ salim Yunanistan’a getirildiğini öğrendik. Bir de teknik
birşeyler isteniyordu. Şimdi bize daha yakındı ve güvenliği sağlanmıştı.
“Devrimci dayanışma ruhu ve sabır!..“ kazanmıştı. İstediğimiz an gidip
görüşebilirdik.
İstenen ihtiyaçlar temin edidi. Haydar’la
İbrahim uzun uzun konuştular. Bizim durumumuz ve örgütün durumuna dair bilgiler
verildi. Hemen ziyarete geleceğimizi de söyledik. Asla “Bizimle hareket et!..”
demedik. “Nasıl olursa olsun, alacağın karara saygımız vardır!..” dedik. “Yüz
yüze görüşmeyi en çok da kendisinin arzuladığını, konuşulması gereken her seyin
mutlaka konuşması gerekenlerle gerektigi kadar konuşulacağı ve en doğru
davranışın seçileceğine dair inancını” ifade etti. Haklıydı, karar vermekte
acele etmedi. Tasfiyecilerin gerçek yüzünü ve ne kadar kirlendiklerini kısa
zamanda gördü ve kararını verdi. Tasfiyecilerin hevesi ve beklentileri
kursaklarında kaldı. Ders olsun!..
Bu nedenle, İbrahim’e her akşam iş yerime
gelmelerini söyledim. Yanıma müşteri gibi gelen yoldaşlarıma 5 frank para
veriyordum. Onlardan sandviç siparişi alıyordum. Kimse görmeden bana 5 frank
ödeme yaptıklarında 50 frank ödeme yapılmış gibi para üstü ödüyordum. Ayrıca,
çalıştığım yerde hakkıma düşen sandviçi ve bahşişleri yoldaşlarıma veriyordum.
İbrahim yoldaşım, gerçekten de saf ve temiz
yürekliydi. Tabi ki, hataları vardı. Hayatta herkesin hatası olur.
İbrahim herkese çok güvenirdi. Güvenilmemesi
gereken insanlara bile bir fırsat verirdi. Bu konuda çok yönlü tartışmalarımız
oldu. Bazen birbirimizin kalbini kırsak da ortak noktamız çoktu. Amacımız,
yoldaşlarımızın bize emanet ettiği Cephe bayrağını dalgalandırmak ve örgütümüze
egemen olan ihanet zincirini ortaya çıkarmaktı.
Bu arada anlatmam gereken konu daha var. Mihraç
Ural ve adamları, örgütü toparlamamızı engellemek için İbrahim Yalçın ile
ilişkimi kesmemi istiyorlardı. İbrahim yoldaşımla kısa sürede bir çok
yoldaşımızı bir araya getirmeyi başardık. İşte bu durum Mihraç Ural için
tehlike teşkil ediyordu. Sabah beşte işbaşı yapıyordum. Gece bire kadar
çalışıyordum. Ehliyetim olmadığı için sabaha kadar sokakta veya kahvede
bekliyordum. Sabah ilk trenle eve gidiyordum. Tam iki yıl gece çalıştım, gündüz
uyudum.
Mihraç bu durumlardan çok rahatsızdı. Biz
yoldaşım İbrahim ile hiçbir engeli tanımadık. Yurtdışında yaşayan
yoldaşlarımızla birlikte olmanın sevincini yaşadık. İbrahim yoldaşımın en
önemli özelliği, yoldaşlarını bir araya getirmesidir.
1986 yılından yoldaşımın vefatına kadar
yanındaydım. Hastalığının son evresinde sevgimizin dostluğumuzun sıcaklığını en
derin yaşayanlardanım. Onu son yolculuğuna işte bu duygularla yolladım.
İYİLERİN İYİSİYDİ, DELİLERİN DELİSİYDİ!..
Cahit Çelik
Aralık
1979 Acilciler operasyonu yapılırken beni de gözaltına aldılar. İstanbul’da 17
kişi tutuklandık. Yakalanma durumları gözden geçirilirken ayrışma
tartışma kaçınılmaz oldu. Ocak 1980’de gruptan ayrıldım. Buna rağmen, aynı
komün içinde kaldım. Sağmalcılar’dan toplu firar yapılınca, Günay Karaca komün
toplantısı yaptı. Çağrılmadığım için katılmadım ve komünden ayrıldım.
Benimle
birlikte tutuklanmış olan Hasan Yalçın ile işte bu ayrılıktan sonra yakınlaştım.
Konuşacak başka şey olmayınca kırk gün boyunca İbrahim Yalçın’ı anlattı.
Abisine hayrandı. Beş ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye oldu. Hasan’dan bir ay
sonra ben tahliye oldum. Tutuklu kaldığım günlerde benimle ilgilenmediği için
TÖB-DER’den ayrıldım. Ne yapmak gerekirse, tek başıma yaptım.
Acilciler
eski defterleri karıştırmaya başlayınca ben de öğrendiklerimi bildiklerimi
yazdım. Daha doğrusu, yazmak zorunda kaldım.
Resim
dersinin İlköğretim Programı’ndan çıkarıldığını öğrenince, on yıllık emekli
olduğum halde, “Bu beni ilgilendirmez!..” demedim. Yerli ve yabancı gericiliğin
karşısına iş üreterek çıktım. Dört kitapçıktan oluşan bir takım Boyama Kitabı
yaptım. Kredi kartından borç alarak kendim bastırdım. Dağıtımcılar dağıtmadı,
satıcılar satmadı, alıcılar almadı.
Daha
sonra, Miro beni Antakya’ya davet etti. Antakya’da gidersem, Boyama kitaplarımı
almak için 40.000.- dolar vereceğini söyledi. Daveti kabul etmedim. Yüksel Eriş
adına “vasiyet” yazdırdı. Bu rezilliğin karşılığı olmalıydı. Yüksel
Eriş’i olduğu gibi tanıtmak için “Şimdi biz ne yapmış olduk?..” başlıklı
yazıyı yazdım. Yüksel Eriş blogunu
yaptım. Yazı yayınlanınca ortalık
karıştı.
Mürüvvet’in
attığı yalanlar ve Ali Fuat’ın yaptığı tehditler işe yaramadı. Rıza’nın yoldaşı
Kutay işe karıştı. Yüksel Eriş blogunu kapattırmak için uğraştılar. Başarılı
olamayınca, Yüksel Eriş adına facebook sayfası açtılar ve o sayfa üzerinden üstü
örtülü olarak bana dil uzattılar. Miro Masalı ’nı yazmaya başladım. Anladıkları
dilden istedikleri karşılığı aldılar.
Lazkiya’daki
Genel Sekreter, İbrahim Yalçın’ı aşağılamak için “mendebur” yakıştırması yapıyordu. Engin’e
Engincik diyordu. Genel Sekreter’in yaptığı yakıştırmaları ve uydurduğu zırvaları
aynen aldım. Öğrendiğim bildiğim ve tahmin ettiğim şeyleri resimler eşliğinde anlattım. Anlatımın içeriği, yakıştırma
adları güzelleştirdi. Miro’nun dangalak düdük olduğu açığa çıktı.
Miro
Masalı 148 bölüm olunca Antakyalı hela çukuru Lazkiya’da patladı. Türkiye’deki
uzantılar da pisliğe katıldı. Kredi kartım bloke oldu. Emekli aylığıma haciz
konuldu. Kardeşlerim işten çıkarıldı. Eletrik su telefon internet doğalgaz
faturalarımı ödeyemez hale geldim. “Elveda İnsanlık!..” başlıklı yazıyı
yazdım Yılbaşından iki gün önce, İbrahim Yalçın bana 600.- avro gönderdi. Rahat
bir nefes aldım. Yeryüzünde yalnız olmadığımı anladım.
Miro’nun
yazdığı zırvaları yanıtlarıyla birlikte ballandıra ballandıra anlattım. Akıl
fikir zikir birliği yaptığı çakalların fotoğrafını ortaya çıkardım. Mahkemeye
gittiler, mahkeme sürecini de yazdım. Tehditler küfürler mahkemeler hacizler
işe yaramayınca, evim 7/24 gözetlemeye alındı. Elemanları atlattım. Kardeşimin
kredi kartıyla bir bilet aldım. Uçağa binerken, İbrahim Yalçın’ı aradım. “Beni
bekle, geliyorum!..” dedim. Dört saat sonra, Paris’te buluştuk. İki hafta
boyunca gezdik tozduk konuştuk. Aramızda aşılmaz dağlar yokmuş.
Evimin
önündeki pislikler temizlendi. İstanbul’a geldim. İşleri yoluna koydum.
Hacizden kurtuldum.
İbo birgün telefon etti.
“Moruk, Viyana’ya gelirsen, tavuk benden, rakı senden!..” dedi. Engin de
gelecekmiş. Viyana’da buluşmak için anlaştık. Vakti saati gelince Viyana
toprağına bastım. Bagajım yoktu. Elimde iki poşet vardı, birinde iki şişe
70’lik rakı ve iki paket cigara, diğerinde tuğla gibi üç kitap. Pasaport
kontrolü yapıldı. Exit işaretlerini takip ederek herkesten önce çıkış
kapısına geldim, imansız kapı açılmadı. Exit işaretini takip ettim, döndüm
dolaştım yini aynı yere geldim, kapı yine açılmadı. Exit işaretlerini bir daha takip
ettim, bin daha aynı yere geldim.
Polisle göz göze geldik.
Çıkış kapısının nerede olduğunu sordum. Kadın polis elimdeki poşetlere gözucuyla
baktı. Kitapları görünce mayıştı. İstanbul’dan geldiğimi ve “Nayn!..” diyecek
kadar Almanca bildiğimi öğrenince, Bosfor rakı kebap Topkapı Ayasofya
muhabbetine girişti. Bana açılmayan kapı, dibine kadar gidilince, benimle
birlikte gelen yolculara açıldı. Laf uzadıkça uzadı!..
İbo’nun telefon
numarasını yazdığım kâğıdı kadına gösterdim. Kadın numarayı görünce muhabbet
bitti. “Moment, moment!..” dedi. Poşetleri açmamı istedi. Bir şeyler söyledi. Gitti,
tercüman getirdi.
Tercüman “Kardeşim sen
bu karıya ne yaptın? Karıyı delirtmişsin!..” dedi. Konuyu kısaca anlattım. İbo’nun
telefon numarasını gösterdim. “Şimdi olay anlaşıldı. Bu telefon, Fransız
telefonu. Avusturyalılar Fransızları sevmez. O yüzden, kadın keçileri kaçırmış.
Dört karton sigara getirmişsin. Üç karton sigarayı senden alacaklar ve ayrıca 60.-
avro ceza yazacaklar!..” dedi.
İbo’ya haber vermek için
ipe un serdim. “O kadar param yok, dışarıda beni bekleyen arkadaşım var, o
gelsin cezayı ödesin!..” dedim. Kabul ettiler. Tercüman “Aman kardeşim,
arkadaşına söyle, hangi dilden konuşursa konuşsun, tek kelime Fransızca
konuşmasın. Yoksa sizi burada tutarlar, hapise koymadan bırakmazlar!..” dedi.
Haber vermek için dışarı
çıktım. İbo’yu aradım taradım bulamadım. Tanımadığım iki kişi yanıma geldi.
Biri koluma girdi. “Avusturya Polisi” olduklarını söyledi. “Geç kaldınız,
hakiki polisler beni yakaladı!..” dedim. Mendebur İbo’yu buldum. İçeri girdik.
60.- avro ceza ödedik. Güle oynaya Kâzım’ın yerine geldik.
Engin de oradaydı. Azcık
rakı şarap içtik. Havadan sudan dereden tepeden konuştuk. Kafa kıyak olunca, az
biraz uçtuk. Sabah oldu, mide rahatsızlığım arttı. Kıvranmaya başladım. O akşam
islami usullerle kesilmiş keçiyi yedik bitirdik. İbo’nun TDAS Yayınları
önerisini kabul ettik. “Hava soğuk, üşüdüm!..” dümeniyle Kâzım’ın ceketini
giydim. Giyilen çıkarılmazmış. Ben de çıkarmadım.
Ertesi gün İbo ile
birlikte Almanya’ya gittik. Yol boyunca hiçbir şey yiyemedim. Su bile içemedim.
İbo ağzını doldura doldura, “Yav kardeşim şimdi ben seni ne yapiyim? Heç bişey
yemiyon, heç bişey içmiyon, bi de bu haline bakmadan gezmelere çıkıyon!..” diye
söylenmeye başladı. Yol uzadıkça uzadı!..
Gele gele geldik Ali
İhsan’ın evine. “Buyur, buyur!..” ettiler. Baş köşeyi bana verdiler. “De
haydi!..” dediler. Bir o yana baktım, bir bu yana baktım. Gözüm kesmedi, bir
lokmacık alamadım. Bahane yaratmak için sofrayı gözden geçirdim, sofrada kuş
sütü yoktu, “Süt var mı?..” dedim. Bir bardak süt içtim. Sabah olunca, Perihan
abla nane limon kaynattı. Azcık üzüm yedim. Kendime geldim.
“Engin
beni bugün uçur, böylesi daha ucuz olur!..” dedim. Akşam uçağa bindim. Uçakta
bir fincan zeytinyağlı taze fasulye ile birlikte ıvır zıvır şeyler verdiler, hepsini
yedim. Eve geldiğimde tanınacak halde
değildim.
Daha sonra, İbo’nun
hastalandığını öğrendim. Tedavi sürecini takip ettim. “Milyonda birsin,
hastalığı yenersin!..” demekten başka hiçbir şey yapamadım. Saçları kaşları
dökülmedi. Keloğlan olmadan gitti.
17 Nisan 2016 Cumartesi
gecesi Pazara bağlanırken Paris-Malatya uçağı alana indi. Mızrap Ağa’nın oğlu
İbrahim Yalçın alkışlarla karşılandı. Kırk araçlık konvoy eşliğinde gecenin
karanlığını yara yara Elbistan’a ulaştı. Doğduğu büyüdüğü evi ziyaret ettikten
sonra geceyi geçirmek için Cemevi’ne gitti. Sabah olunca, ayrılığın vakti saati
gelince, baba ocağında kardeşleriyle yeğenleriyle sevenleriyle helalleşti.
Cemevi’nde canlarıyla söyleşti. Daha sonra, annesinin babasının kardeşinin
yanında vatan toprağına ekildi.
O şimdi, Nurhak Dağı’na
baka baka ışıklar içinde yatıyor. İnsanlığın bilgi bahçesinde kan kırmızı çiçek
açıyor. Yaptıkları yazdıkları arkadaşlarına yoldaşlarına dostlarına ışık
oluyor!..
HAYATTA İZ BIRAKACAKSIN!..
İbrahim ile ilgili yazıya başlamadan önce hayli düşünmem gerekti. Konu
belli; 2008-2013 arasında www.enginerkiner.org sitesi aracılığıyla süren tarihimizin baştan
aşağıya ve kamuoyuna açık olarak gözden geçirilmesi ve içimizdeki büyük
ihanetin ortaya çıkarılması süreci…
Ülkeden ve ülke dışından 25 kişi, bazılarının adları geri planda kalarak bu
süreçte yer aldılar. İbrahim ile ben ön plandaydık, konuyla ilgili olarak en
fazla biz yazdık ve bu da normaldi çünkü ikimiz de merkez düzeyde kişiler
olduğumuz için geneli daha iyi görebiliyorduk.
Konu belli, ne anlatılacağı da belli ama nasıl başlanabilirdi, bir süre
bulamadım. Sonra internette bir yerde başlığı okudum: hayatta iz bırakacaksın!
Hayattan gittiğinde geride bıraktığın iz olacak…
Her insan hayatta bir sürü şey yapar ve bunların büyük çoğunluğu unutulur.
O kadar ki yapanın kendisi bile hatırlamayabilir. Hepimizin hayatı böyle
olaylarla doludur. Bazı önemli şeyler ise unutulmaz, iz olarak kalırlar. Neyin
kalacağı, neyin unutulacağı yapılırken bilinmez; aradan zaman geçtikten sonra
belli olur.
Mesela, 1974-75’te yazdığım Türkiye
Devriminin Acil Sorunları’nın (TDAS)
bir harekete adını vereceğini ve aradan 30-35 yıl geçtikten sonra 1975-80
döneminin en iyi metinlerinden birisi olarak kabul edileceğini önceden
bilemezdim. TDAS’ın izi kaldı ve
kalacak…
Keza, 28 yıl yayınlanan YAZIN
Dergisi’nin de izi daha az oranda olmakla birlikte kaldı. Bunu şimdiden
görmek mümkündür. Ülke dışında en uzun süreli çıkan kültür dergisi olmasının
yanı sıra, Almanya’da başlayan ve ardından on bir yıl Türkiye’de de çıkan bir
dergi olmak özelliğine sahiptir.
Buna karşın, Paris ev işgalleri zamanla unutulacak bir olaydır. Zamanında
önemliydi, Türkçe ve Fransızca basında yer aldı. Acilciler hareketinin 12 Eylül
sonrasındaki en büyük eylemidir. Hakkında bir de kitap yazdım ama zamanın
yıpratıcı etkisine dayanmayacaktır.
İbrahim Yalçın’ın adı yaygın olarak biliniyor. Cezaevi direnişlerinden,
sosyalist hareket içindeki ilişkilerinden ve tutumundan biliniyor, ama buradan
kalıcı iz çıkması zordur.
Buna karşılık 2008-2013 arasında yaşadığımız örgütsel tarihimizle
hesaplaşma sürecinin izi kalacak gibi görünüyor. Ne o ve ne de ben, bu işe
başlarken konunun bu kadar duyulacağını, tahminimizin oldukça ilerisinde
aydınlatıcı olacağını, tarihimizle ilgili bilmediklerimizin bu kadar ortaya
çıkabileceğini düşünmemiştik.
Her zamanki özellik; başlarken konunun daha sonra ulaşacağı boyutu
düşünemiyorsunuz.
Reyhanlı katliamından bir gün sonra bütün basın Acilciler adıyla doluydu.
Katliamı bu örgütün yaptığı söyleniyordu. Polisin açıklaması da bu yöndeydi.
Kendisini “Acilciler’in genel sekreteri” olarak gösteren Lazkiyeli Mihrac Ural
da katliamın arkasındaki isim olarak öne çıkarılıyordu.
O gece “Acilciler Reyhanlı
katliamında yoktur” başlıklı bir yazı yazıp sitede yayınladım. Ertesi gün
öğleyin üniversitede dersteyim, cep telefonuyla internete girip sitedeki duruma
baktım. O günkü ziyaretçi sayısı 1400 kadardı ve fena rakam değildi. Biraz sonra
içime şüphe düştü, yanlış okumuştum sanırım. Bir daha baktım, arada bir sıfır
daha vardı; 14 bin civarında giriş yapılmıştı. Yazı çok okunmuştu ve
okunuyordu. Kuşkusuz insanlar Acilciler ile ilgili bilgiyi burada
bulabileceklerini önceden bilmeselerdi yazı kısa sürede bu kadar çok okunmazdı.
Tanınıyorduk, izleniyorduk.
Tam da istediğimiz gibi oluyordu. Siteye şu veya bu yazı için giren başka
yazıları da okuyordu. Okunma sayılarındaki artıştan bu durum izlenebiliyordu.
Kuvvetle tahmin ediyorum ki bu yapılanın izi kalacaktır. Şimdilik öyle
görünüyor, ilerde de sürer umarım…
İbrahim Yalçın mutlu öldü, çünkü hayatı boyunca çok şey yapmanın ötesinde
geride iz bıraktığından emindi.
Ölümünden önceki görüşmemizde, “Neler ortaya çıktı, bu kadarını hiç düşünmemiştik”
demişti. Konunun bu kadar büyüyeceğini, bu kadar dikkat çekeceğini daha önce
hiç birimiz düşünmemiştik. Ama geleceğe kalan bütün önemli konularda hep böyle
olur; başlarken bilemezsiniz.
2008-2013 arasındaki süreci başlıklara bölerek ve başlıca noktaları öne
çıkararak anlatacağım. Ayrıntıları, tarihimizdeki ihanetin adım adım nasıl
ortaya çıkarıldığını merak edenler, yazının başında adı geçen site dahil,
birazdan vereceğim geniş listedeki internet adreslerini dolaşmalıdırlar.
2008-2013 süreci bir hayatın bitiş sürecidir. 1976’da 20 yaşındayken
içimize Muhabarat ajanı olarak giren Mihrac Ural, 2013’te 57 yaşındayken kirli
işleri, yoldaş cinayetleri, MİT bağlantısı ortaya çıkarılarak ölümden beter bir
tasfiyeye uğramıştır. Kendisini yıllarca THKP-C (Acilciler) Genel Sekreteri
olarak ilan eden bu tip artık bu adı ağzına alamaz duruma geldi.
Kişinin gerçek yüzü ortaya çıkarılarak hayatından 37 yıl götürülürse,
geriye ne kalır?
Yine de bazı şeyler kalır: Hatay’da bazı “akıllı hemşeri”lerini ve mezhepçi
zihniyet sahibi bir kısım Aleviyi bulabilir. Onlarla oynasın artık!
1. BAŞLANGIÇ
2008 yılı başlarında değişik politik hareketlerden arkadaşlar bana Faiz
adında bir kişiyi tanıyıp tanımadığımı sordular. Tanımadığım gibi adını da ilk
kez duyuyordum. Bu kişi benim hakkımda değişik suçlama yazılarını ulaşabildiği
herkese gönderiyormuş. Kimdi bu tip, anlamadım.
Durum bir süre sonra ortaya çıktı: Mihrac Ural, adını Faiz Cebiroğlu olarak
hatırladığım ve Danimarka’da öğretmenlik yapan bir hemşerisinin elektronik
ileti adresinin şifresini almış, o izindeyken benim hakkımda suçlama yazıları
gönderiyormuş. Yıllardır sesi çıkmayan bu tipe ne olmuştu böyle?
Gerçek durum birbirinden farklı gibi görünen parçaların birleşmesiyle
birkaç yıl sonra tam olarak ortaya çıkacaktı: Bu bir devlet operasyonuydu.
Mihrac Ural, Acilciler ve HDÖ davalarından hapis yatan kişilerin kurdukları özgürmedya adlı haber sitesine alınmamıştı, ama benden
orada yazı yazmam istenmişti ve yazıyordum da…
Mihrac Ural ve işbirliği içinde olduğu devletin istihbarat örgütleri
buradan THKP-C (Acilciler)’in yeniden kurulacağı ve benim de başlarına
geçeceğim sonucuna ulaşmıştı. Tümüyle yanlış bir sonuçtu; ne benim ne de söz
konusu haber sitesinde bulunanların böyle bir amacı yoktu, ama devlet ve Mihrac
Ural böyle düşünüyordu. Bu nedenle, bana karşı sosyalist hareket çapında
karalama kampanyasına başlamışlardı.
Başlangıçta nedeni bu kadar açık olarak belli olmayan bu girişim, birkaç
yıl sonra Mihrac Ural’ın yakın elemanı Mehmet Yavuz’un DYP Mersin İl Başkan
Yardımcısı ve bu partinin başkanı Mehmet Ağar ile yakın ilişkisi olmasının
ortaya çıkmasıyla iyice açıklık kazanacaktı.
Büyük bir yanılgı temelinde başlayan ama sonuçta hayırlara vesile olan bir
devlet operasyonu… İşe başlarken konunun ne kadar büyüyeceği ve bilinmeyenlerin
nasıl ortaya döküleceği hesaplanamayabiliyor…
Mihrac Ural yeni öğrendiği elektronik medyayı kullanarak büyük işler
yapabileceğini sanıyordu. Bu medya ile ilk tanışanlar genellikle böyle
düşünürler. Bir bölümü ancak zamanla hayatta var olmadan bu medyada var
olunamayacağını öğrenir, bir bölümü ise hiç öğrenemeyecektir. Yıllardır
sosyalist hareketle ilişkisi bulunmayan bu tipin gerçek yerinin neresi olduğunu
öğrenmesi, elektronik medyada boy göstermekle bir şey olunamayacağını anlaması,
olunsa bile gelip geçici olduğunu görmesi için birkaç yıl yeterli oldu.
Yağma yok! Ona elektronik medyayı dar ettik...
Çok sayıda kişi tarafından bilinen ve izlenen www.enginerkiner.org ’un yanı sıra
aşağıdaki listeyi bilginize sunmak istiyorum. İçlerinde iyi bilinenler ve az
bilinenler var. Sadece 2008-2013 süreciyle ilgili yazılar için şu bloglara da
bakılabilir:
THKP-C (Acilciler) http://thkp-c-acilciler.blogspot.com
THKP-C/Acilciler-Tarih http://thkp-c-acilciler-tarih.blogspot.com
NEBİL RAHUMA - Tarih http://nebilrahuma-tarih.blogspot.com
Engin Erkiner http://enginerkiner.blogspot.com
Günay Karaca ve 81 Arkadaşı http://iddianame-1980.blogspot.com
Belma’ya Mektuplar http://enginerkiner-mektuplar.blogspot.com
Engin Erkiner - Yazılar http://enginerkiner-yazilar.blogspot.com
Konuk
Yazılar http://enginerkiner-konuklar.blogspot.com
Engin Erkiner - Yazılar https://enginerkineryazilar.wordpress.com
Yüksel Eriş https://yukseleris.wordpress.com
Acilciler https://acilciler.wordpress.com
Mihrac Ural https://mihracural.wordpress.com
Konuyla ilgili bu kadar çok mu yazı var, diye sorarsanız; evet, diyeceğim. www.enginerkiner.org ’da yaklaşık 4.000 yazı yer alıyor. Bu yazıların yaklaşık yarısı, 2008-2013 süreciyle, içimizdeki hainin ortaya çıkarılmasıyla ilgilidir. Konuyla ilgili olarak 25 kişi yaklaşık 2.000 yazı yazdı. Bunların büyük bölümü ilgili sitede yer alıyor, yazı olarak yer almayanların da nerede yayınlandıklarının bilgisi sitede belirtilmiştir. Bloglarda konuyla ilgili bazı yazılar bir araya toplanıp daha derli toplu olarak yeniden sunulmuştur.
Devam edelim…
2. İLK DÖRT AY
Ağustos 1988’de ( www.enginerkiner.org ) yayına
başladı, ( www.yazinverlag.org ) ile ( www.yazinverlag.de )
siteleri de faaliyete geçti, ama esas olarak ilkini kullanıyordum.
Başlangıçtaki yayının içeriği tümüyle Mihrac Ural’ın Muhabarat faaliyetiyle
ilgiliydi. Yalandan kim ölmüş misali kendisi de bunu inkâr ediyordu.
Kısa sürede bir şeyin farkına vardım; sosyalist hareketteki değişik
insanlar bu konuda oldukça bilgiliydi ve kimse yazdıklarımı garip
karşılamıyordu. 1980’li yıllarda çok kişi bir süreliğine Suriye’de kalmıştı ve
bu kişinin açıktan yürüttüğü Muhabarat faaliyetini biliyordu. Bu ve
çevresindeki birkaç kişi ülkeye gelen devrimciler hakkında Muhabarat’a rapor
verirlermiş. İş bu derece ilerlemiş yani…
Nasıl olacak hangi aşamalardan geçecekti bilemiyordum ama herifin bu
mücadeleyi kaybedeceği daha o aşamada belli olmaya başlamıştı.
Site faaliyete geçtikten iki ay kadar sonra tanık1988 ismiyle
elektronik bir ileti aldım. ODTÜ’den soyadı Tanık olan tanıdığım bir kişi
vardı, önce o sandım. İletide Mihrac ile karşılıklı yazılarımızın devrimci
harekete zarar verdiğinden ve bunların derhal durdurulması gerektiğinden söz
ediliyordu. Tanık1988 Mihrac ile görüşmüştü ve o da bu yönde davranmaya hazır
olduğunu açıklamıştı. Ek olarak zaman içinde o güne kadar yayınlanmış olanlar
da yayından kaldırılacaktı.
Mihrac Ural interneti kullanmayı sadece kendisinin bildiğini sandığı için
aynı yöntemi başkasının daha etkin kullanabileceğini düşünmemişti.
İletiyi bir kere daha dikkatle okudum, bu Mihrac’ın ifadesiydi. Yazan oydu
ve bu iletinin tek anlamı vardı; hafiften harekete geçince bile karşı tarafta
telaş başlamıştı. “Elinden geleni ardına koyma, neymişsin görelim bakalım!..” diye
cevap yazdım. Başlanmıştı, sonuna kadar gidecektim…
O yılın sonbaharında Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye konuk ülkeydi ve ben
de Yazın Yayıncılık adına stand almıştım. İbrahim de bir gün Paris’ten gelerek
uğradı. Siteyi duymuştu ve “Neden ben de yazmıyorum?..” dedi. Soruyu
bana değil kendisine soruyordu ve aynı yılın sonunda da uzun bir yazıyla
başladı: Mihrac Ural adlı hain Türkiyeli devrimcileri aldatmaya devam ediyor!..
Bu yazı sitedeki konuk yazıları bölümündeki ilk yazıdır ve müthiş etkili
oldu. Yazı başlığını internete verip öyle de bulabilirsiniz. Etkili olmasının
nedeni, ayrıntılı ve somut bir yazı olmasıydı. İbrahim 1986’de Suriye’ye
gitmiş, bir süre orada kalmış, durumu yaşamış ve daha önce olanları da
öğrenmişti. Örgüt içi infazlar hakkında da ayrıntılı bilgisi vardı.
Sonraki yıllarda tahminlerimizin oldukça üzerinde büyüyecek sitenin
kuruluşunu ve ilk birkaç aylık faaliyetini ben yürüttüm, daha sonra sayısı 25’e
varan sayıda arkadaş yazılarıyla aramıza katıldı, ama şurası açıktır: 2008-2013
döneminin en etkili kişisi İbrahim Yalçın’dır. Daha sonra anlatacağım gibi
birbirini iyi tamamlayan bir işbölümümüz vardı. Onun tanıdıkları benden hayli
fazlaydı. Hareketin çok sayıda militanıyla hapiste kalmış, onları 1986’da
Suriye’de de görmüştü. O sırada görmediklerini de nasıl bulabileceğini biliyordu
ve hepsiyle temas kuruyordu. Mihrac Ural’ın işlediği suçlar konusundaki bilgisi
benimkinden fazlaydı. Bu durum onun daha somut ve etkili yazmasının başlıca
nedeniydi.
Kısa süre sonra 2008-2013 dönemindeki gelişmelerin dönüm noktası gündeme
geldi: Nebil Rahuma olayı…
3. NEBİL RAHUMA
Mihrac Ural büyük oynadı: Nebil Rehuma adına Antakya’da içi boş bir mezar
açıldı, amaç Nebil’in adını kullanarak örgütlenme yapmaktı. Fena fikir değildi
doğrusu ama suçları o kadar büyüktü ki, iyi fikirler de onu kurtaramayacaktı.
Nebil Rahuma HDÖ’nün Adana sorumlusu Ali Çakmaklı’nın 12 Eylül’den hemen
sonra Mihrac Ural’ın direktifiyle öldürülmesine misilleme olarak İstanbul’da
HDÖ’cüler tarafından öldürülmüştü. Kendisine yöneltilen suçlamanın ipe sapa
gelir tarafı yoktu, ama asıl önemli olan bu değildi.
12 Eylül sonrası dönemde İbrahim de ben de İstanbul’da idik. Ben konumum
gereği ortalıkta fazla dolaşamıyordum. İbrahim’in Nebil ile düzenli bağlantısı
vardı ve öldürülme sürecini biliyordu. Ek olarak Nebil, Mihrac tarafından
resmen hedef gösterilmişti. Nebil’in gerçek öldürülme nedeni, HDÖ içinde
Mihrac’ın ajanı olduğu düşüncesiydi. Mihrac da Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin
ardından bu düşünceyi besleyecek haberleri ortalığa yaymıştı.
Nebil’in çocukluk arkadaşı Erkan Ulaşan, Nebil’in kendisine “Mihrac
tarafından gönderilen pusulalarda yazılı olan yere gittiği için iki kere
yakalandığını” söylediğini yazacaktı. Nebil iki kere yakalanmıştı: Mart 1978
operasyonunda ve hapisten kaçtıktan sonra bir kere daha…
İbrahim bu bilginin önemini hemen fark etti. Konunun ne kadar önemli olduğu
Mihrac’ın yaşadığı panikten de anlaşılıyordu. Tabii hemen yalanladı, karşı
tarafa suçlamalar yöneltti ama bunlara alışıktık. Bozuk mal satan işportacı
gibi sürekli bağırıp çağırarak dikkati başka tarafa çekmeye çalışıyordu.
İbrahim de ben de Mihrac’ın Isparta cezaevine geldiğinde (1978 Mayıs) bize
gösterdiği polis ifadesini hatırlıyorduk. Orada Nebil ile ilgili hiçbir şey
yoktu. Nebil eğer Mihrac tarafından
yakalatılmış ise ve bu da ifadede yer almıyorsa, bunun tek anlamı ifadenin
polis tarafından düzenlenmesiydi.
İfadesini yayınlamasını istedik, ama yapamadı. Herkesin polis ifadesini
yayınlayan ve bunlar üzerinden çıkarsamalar yapan Mihrac’ın kendi ifadesi
“arşive kalkmıştı”. İfadesinin polis tarafından –tabii ki anlaşma karşılığı-
düzenlendiğinin anlaşılacağı korkusuyla “arşive kalktı” yalanına sığınıyordu.
Dikkatimiz böylece hakkında hiç bilgimiz bulunmayan, o güne kadar
titizlikle saklanan Mart 1978 operasyonuna çevrildi. Bu operasyon Samsun,
Bursa, İstanbul, Ankara, Niğde, Mersin, Antakya, Adana’da gerçekleşmiş ve yüze
yakın Acilci yakalanmıştı. Nasıl olmuştu, bilinmiyordu ve hiçbir şekilde
üzerine gidilmiyordu. Mart 1978’de İbrahim ile birlikte Isparta cezaevindeydik
ve operasyonu gazetelerden okumuştuk. Konu daha sonra sürekli geçiştirilmişti.
Mihrac her zaman olduğu gibi önce yalana başvurdu. “O dönemde haberleşme için pusula
kullanmazdık” dedi, hemen arkasından Mehmet Avan’dan yalanlama geldi: “Sen
bana pusula verip İstanbul’a göndermemiş miydin?..” dedi.
Mihrac Ural “İki çeşit polis ifadesi yoktur, devrimci hareket de böyle bilir!..” diye
cevap verdi.
Büyük laf doğrusu! Devrimci hareket de böyle bilir’i etkili olması için
ekliyor ama yalanlama hemen geldi: Polis, Mehmet Avan’a anlaşma teklif etmiş, “karşılığında
ifadeni düzenleriz, fazla yatmazsın” demiş; Mehmet kabul etmemiş ve on yıl hapis
yatmıştı.
Bu arada Nebil’in gerçek mezarını aramak için birkaç kişi; Erkan, Mehmet
Yavuz ve Hasan Balcı bir araya gelir. Nebil İstanbul’da öldürüldüğüne göre
bilinmeyen mezarı da burada olmalıdır.
Hasan Balcı 1979 yılında 16 yaşındayken Selimiye Askeri Cezaevi’nde bir
süre kalmış, beni oradan tanıyormuş. Hayal meyal birisini hatırlıyordum ama
doğru mu hatırlıyordum, emin değildim. Hasan ile yazışmalarımız bende dengesiz
ve gördüğü her boşluğa dalan bir tip izlenimi bıraktı. Mihrac ile internette
tanışmıştı ve bir dönem onunla birlikteydi. Ardından site yayına başlayınca “gerçeği
öğrenmiş” ve bizim tarafımıza geçmişti. Mihrac ile birbirlerine küfrediyorlardı
ama aralarındaki bağlantının hiç kopmadığı görüşündeydim. Neden diye
sorarsanız, içgüdüsel bir his diyebilirim. Isparta cezaevinde iken İstanbul
mahkûmuyla altı ay aynı koğuşta kalmış ve büyük tecrübe sahibi olmuştum. Bu tiplerin
birkaç hareketinden karakterini çıkarırdım.
Hasan büyük bir enerjiyle işe koyuldu ve yaptıklarını sürekli olarak sitede
yazıp duyuruyordu. Bu arada bana övgülerini de ihmal etmiyordu. Toplam 60 yazı
yazdı. Beni ve sonra İbrahim’i övdü, Mihrac’a ve Mehmet Yavuz’a sövdü, arama
çalışmalarındaki gelişmeleri duyurdu. Çalışkan ve yararlı birisiydi, sadece ne
yaptığını gözden kaçırmamak gerekiyordu.
Hasan’ın yazılarını siteden okuyabileceğiniz gibi özünü özetini yansıtan kısaltılmış biçimini de ( www.mihracural.wordpress.com
)’dan okuyabilirsiniz. Bu sayfadaki Mihrac Ural fotoğrafına her baktığımda beni
gülme tutar. Biz uydurmadık, kendisi yapmış ve yayınlamış. Terk edilmek zorunda
kalınan Alevi evlerini yağmalarken enselendiğini örtbas etmek için “başarılı
oldum” gerekçesiyle yeşillikten kendine taç yapıp poz vermiş!
Beni sürekli gülme tutar, sizi bilmem!
Ve derken Mihrac’a bizim de beklemediğimiz yerden ağır bir darbe daha
geldi. Tanımadığı bir kadınla internette yaptığı yazışmaları siteden haberi
olan kadın bize verdi ve amanın neler vardı!
4. MİHRAC URAL’IN İNTERNET
YAZIŞMALARI
Yazışmalar o kadar uzundu ki, İbrahim bunları tefrika yaparak yayına
hazırlamak zorunda kaldı. Mihrac Ural konuşuyordu da konuşuyordu. Bitmez
tükenmez kendini övme bölümlerini bir yana bırakırsak, değerli bilgiler
veriyordu. Muhabarat’ın üst düzey elemanlarıyla fotoğrafları vardı. Kendisini “genç
Urubacı” olarak tanıtıyordu. Bu
örgüt babasının da dahil olduğu –ajanlık aile boyu- Hatay’ın Suriye’ye
bağlanması için çalışan Muhabarat ilişkili bir örgütmüş. Böylece “Arap
ve Alevi olduğum için bana Muhabarat diyorlar” diye ağlaşan şahsın
kendisi ne olduğunu açıklamış oluyordu. Teşkilata iki haftada bir rapor verdiği
de yazdığı bilgiler arasındaydı.
Ne raporu veriyordu acaba?
Hatay’da Suriye sınırına yakın bir karakolun fotoğraflarını çekerken
yakalanan Ecevit Bahçecioğlu’nun faaliyetlerini bildiriyor olabilirdi. Bu
gazete bilgisi “Suriye casusuna suçüstü” başlığıyla yayınlanmıştı. Ek olarak, bir süre
Suriye’de kalan İbrahim Yalçın oradaki Türkiyeli sosyalistlerin kendileriyle
ilişkide ihtiyatlı davrandıklarını, çünkü Acilcilerin Muhabarat’a haklarında
rapor verdiğini düşündüklerini yazmıştı.
Mihrac Ural yazdıklarını inkâr edemedi ve bu da zaten mümkün değildi. Bu
tür bilgiler bize ulaştığında önce inanamadığım oldu. İnsan bu kadar pervasız
olabilir miydi? Olabiliyormuş!..
Daha sonra başka bir internet arkadaşı da bize kendisiyle yazışmalarını
gönderecekti. İbrahim bunları da iki bölüm halinde yayına hazırladı. Mihrac
Ural burada “Acilciler’i ehlileştirdiğinden” söz ediyordu. Biz de zaten
bunu iddia ediyorduk. Mart 1978 operasyonunda polisle anlaşan Mihrac Ural ifadesinin
düzenlenmesi karşılığında Acilciler’i tasfiye etme sözü vermişti.
Derken bir bomba daha patladı: Mart 1978’de Bursa yerel gazetelerinden birisinde
Mihrac’ın genelev önünde sıra beklerken fotoğrafı yayınlanmıştı. Hazret
panik halindeydi, “bunlar geri kalan bilgiyi de bulur” düşüncesiyle kabul etti ve
“kimliği
olmadığı için geneleve giremediği” bilgisini verdi.
Vay be! Ülke çapında arandığını iddia eden kişi kimliksiz mi dolaşıyordu?
Bursa’da takip altında olduğu bilgisini de veriyordu. İyi de İbrahim’in de
benim de hatırladığımız Mihrac’ın polis ifadesinde Bursa hakkında kelime yoktu.
Bursa konusunu ilk defa duyuyorduk. Hazret dökülüyordu ve döküldükçe de MİT ile
işbirliği iyice açığa çıkıyordu. Kimliksiz olduğu için geneleve alınmamıştı ve
bunun tek açıklaması vardı: Kimliği polisteydi ve işbirliği o
derecedeydi ki kendisine genelev hizmeti verilmişti!..
5. BİR DARBE DAHA…
Mihrac Ural “30 yıl sonra her şey unutulmuştur” sanırken MİT-Muhabarat
ilişkisinin ortaya çıkmasına karşı yeni bir hamle yaptı. Müthiş bir psikolojik
baskı altında bulunduğu için hamleyle birlikte hata da yaptı; çünkü
düşünmüyordu, tek amacı o anı kurtarmaktı. Sağkolu sayılan Mehmet Yavuz
vasıtasıyla internette “Biz Acilciler”
diye başlayan bir duyuru yayınladı. Bu kişiler Mihrac Ural’a Acilciler olarak
sahip çıkıyorlardı!
“Ben Acilciyim” demek “Ben Kanarya Sevenler Derneği üyesiyim” demekten
farklıydı. Polis bunları “gizli örgüt üyeliği” gerekçesiyle
gözaltına aldı, ifadelerini alıp bıraktı.
Bir süre sonra Mehmet Yavuz ve birkaç kişinin polisteki ifadesi bize
ulaştı. Mehmet Yavuz ifadesinde DYP Mersin İl Başkan Yardımcısı olduğunu, bu
partiden seçimde aday adayı olduğunu açıklıyordu.
Sitede bu ifadeyi okuyanların bana söyledikleri gerçekti: Sosyalist
harekette böylesi bir olay ilk defa oluyordu. Şu pervasızlığa bakın; kişi
devrimci geçiniyor, Nebil Rahuma’nın mezarının bulunmasıyla ilgileniyor, anma
törenlerine katılıp sol yumruk havada marş söylüyor ve DYP’de önemli bir
görevde bulunuyor!
Böylesi gerçekten görülmemişti!
Mehmet Yavuz daha sonra “battı balık yan gider” misali Mehmet Ağar ile
yakın ilişkisini kendi bloğunda açıklayacaktı. Haklıydı, gizlenecek artık ne
kalmıştı ki!
Bir devlet operasyonu karşısında bulunduğumuz artık kanıtlanmış sayılırdı.
6. MEZAR BULUNDU VE SONRASI…
Hasan Balcı, Nebil’in mezarını bulduğunu ilan etti! Gerçekte bulunan mezar
değildi. Nebil kimsesiz birkaç kişiyle birlikte bir parsele gömülmüştü. Aradan
yıllar geçmiş ve kemikler birbirine karışmış olmalıydı, Nebil’den kalanların
bulunması ancak DNA analiziyle mümkündü.
Hasan’ın kafası bu kadar çalışmıyordu tabii ve unutulmuş Nebil Rahuma’nın
hatırlanması ve gelişmelerin sosyalistler tarafından da izlenmesinden hareketle
başka amaçlar peşindeydi. Boş gördüğü yere dalıyordu. Yüksel Eriş’i hedef
seçti. Aklınca buradan hareketle Acilciler arasında yeni bir kanat
oluşturacaktı, ama yapamadı.
Yüksel Eriş bloğu kuruldu ( www.yukseleris.blogspot.com ). Yüksel
ile ilgili bilgileri yayınlamaya başladık. Hasan Balcı ne de olsa becerikli
adam, Yüksel’in kardeşini yanına aldı ama Yüksel’in devrimci faaliyetiyle ilgili
hiç bilgileri yoktu. Başarılı olamadılar.
İbrahim, “Bu adamın –Hasan’ı kastediyor- bizimle ne işi var, gönderelim
gitsin” dedi. Ben de iki hafta kadar daha geçmesi gerektiğini, Hasan’ın
“Nebil’i Mihrac’a teslim ederim”
şantajına başvuracağını, ama kendisinin Nebil’in mezarı konusunun önemini
kaybettiğini henüz anlamadığını belirttim.
İbrahim, bunun olamayacağını düşünüyordu. Hasan, Mihrac’a yönelik küfürlü
birkaç yazı yazmış ve bunlar da sitede yayınlanmıştı. Gerekçesi haklıydı ama
Isparta cezaevinde birlikte kaldığım İstanbul mahkûmundan hareketle bu tipleri
tanıyordum. Kendisine tavır alındığını anlar anlamaz beklediğim şantajı yaptı.
“Hemen git, Nebil’den kalanları
Mihrac’a teslim et. Mihrac’ın öldürdüklerinin yanında toprağa gömün. Üçünüz
birlikte –Mehmet Yavuz dahil- devrimci marşlar söylersiniz. Size çok
yakışacağına eminim!..” şeklinde cevap yazdım.
Mihrac Ural, Nebil’i kullanamamıştı, bu iş bitmişti. Nebil Rahuma
hatırlanmıştı, nasıl yakalatıldığı, nasıl hedef gösterildiği konularında çok
yayın yapılmıştı ve mezarının nerede olduğu artık hiç önemli değildi.
Hasan rest çekti, resti gördük, hiçbir şey yapamadı.
7. SONA DOĞRU…
Hiç beklemediğimiz bir şey daha öğrendik. Mihrac Ural ile birlikte
yakalanan Mustafa Burgaz ile telefonda konuşuyoruz. Antakya’daki polis
nezarethanesinde oraya getirilmiş olan Ali Fuat Çiler’den söz ederken lafın
gelişi “Mihrac’ı da gördün değil mi?..” diye sordum.
“Hayır,
Mihrac Antakya’ya gelmedi!..” dedi. Ne demek şimdi bu?
Mart 1978 operasyonunda hayatında Antakya’yı görmemiş olanların bile bu
kente getirilip Samandağ’daki banka soygunuyla ilişkilendirilmek istendiğini
biliyorduk. Antakyalı Mihrac Ural nasıl olur da bu kente getirilmezdi!..
İbrahim’e telefon edip durumu anlattım. Sessizlik oldu…
“Biz bunu
şimdiye kadar nasıl düşünmedik?..” dedi.
Evet, düşünmemiştik, otomatik olarak Antakya’ya da götürüldüğünü
varsayıyorduk. Mihrac polisle işbirliğinin ortaya çıkmaması için bu kente
götürülmemişti. İbrahim bunu açıkça yazdı ve neden götürülmediğini sordu.
Mihrac panikten ne söyleyeceğini şaşırdı. “Orada deşifre değildim, onun için!..”
dedi. Sürekli yalan söylemek zorunda kaldığı için kendi yalanlarını
yalanlıyordu. Daha önce de deşifre olduğu için Adana’ya gitmek zorunda
kaldığını anlatmıştı. Bu iş bitmişti, ama bitmiyordu ki…
8. ŞALTERLİ ELEKTRİK İŞKENCESİ
Darbuka artık elimizdeydi, istediğimiz ritmi verip Mihrac’ı oynatıyorduk.
“Sürekli
olarak beni iki hafta boyunca dolaştırdılar, diyorsun. Nerelere götürdüler,
anlatsana!..” diye sordum. Cevap yok!
Nasıl olsun; polis gezmeye götürmeyeceğine göre yer göstermeye götürmüştür.
Cevap veremedi!
Bu sefer daha kolay bir soru sordum: “Çok işkence gördüm, her tarafım parçalandı
diye defalarca yazdın. Nasıl işkence gördün, anlatsana!..”
Eh artık bu sorudan da kaçamazdı, kendisine “şalterli elektrik işkencesi”
yapıldığını anlattı. İbrahim hemen atladı ve “Elektrik işkencesi şalterle
yapılmaz!..” diye başladı.
Mihrac Ural bırakın işkence görmeyi, işkenceyi anlatan kitap bile
okumamıştı. Elektriğin şalterle verildiğini sanıyordu!
Bütün çabası dikkatleri sürekli 1977 İstanbul darbesine çekerek Mart 1978
büyük operasyonunun gözden kaçırılmasını sağlamakta yoğunlaşmıştı ama yol
bitmişti artık!
9. VE SON…
Bu iş bitmişti. Mihrac Ural sosyalist harekette, Acilciler arasında ve Antakya’da;
MİT ile anlaşması, Muhabaratlığı, devrimci katilliği ve pis işleriyle
fazlasıyla biliniyor olmuştu.
Bizi rahatsız eden tek konu kalmıştı: Kimsenin ciddiye aldığı yoktu ama bu
kişi tarafından THKP-C (Acilciler) adının kullanılmasından rahatsız oluyorduk.
Kendisi sözümona “Genel Sekreter” idi ve sürekli bu imzayla basın açıklamaları
yayınlıyordu.
Reyhanlı katliamı oldu. Katliamın Mihrac Ural ve Acilciler tarafından
yapıldığı basında yoğun olarak yer aldı. Buna karşı sitede yazının başlarında
sözünü ettiğim çok okunan bir yazı yazdım ve iyice panikleyen Mihrac Ural da “Acilciler
adlı örgütün 20 yıldır bulunmadığını” açıkladı. Olmayan örgütün genel
sekreteri de olmayacağına göre artık bu ismi kullanamayacaktı. 2008’den beri
böyle bir örgütün mevcut olmadığını sürekli anlatıyorduk, ama kendisi aksini
iddia etmişti ve artık yolun sonuna gelmişti.
Ne orandadır bilemem ama Mihrac Ural’ın Reyhanlı katliamıyla bağlantısı olduğuna
eminim. Yoksa “Bu paniğin nedeni nedir?..” diye sorulması gerekir.
Daha sonra Suriye iç savaşında “Komutan” görünümüyle varlığını sürdürmeye
çalışacaktı. Biz amaçlarımıza ulaşmıştık, bundan sonra ne yaparsa yapsındı…
İbrahim’in hastanede olduğu günlerde kendisinin MİT tarafından
kaçırıldığını, ortadan kaybolduğu haberlerini duyduk. Kim çıkarıyordu bu
haberleri, yakın elemanları!..
“Ben öldüm,
haberiniz olsun!..” numarasını bildiğimiz için sesimizi çıkarmadık ve bir
süre sonra da terk edilmek zorunda kaldı. Alevi evlerini yağmalarken
yakalandığı için hapiste olduğu ortaya çıktı.
Bir insan bu kadar karaktersiz olabilir mi, demek oluyormuş!..
10. DESTEKLER VE İŞBÖLÜMÜMÜZ
Sosyalist hareketin değişik bileşenlerinden büyük destek gördük. Mesela,
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden Adliyeye götürülen kişilerin içinde Mihrac Ural
ile birlikte olan Partizan’dan bir arkadaş, kendisinin hiç işkence görmemiş
olduğunu iletti. Kurtuluş’tan ve Kürtlerden de epeyce destek gördük. Herkes bu
heriften nefret ediyordu ve anlaşılan bugüne kadar da birisinin ses çıkarması
beklenmişti.
Tanımadığımız iki kişi internette Mihrac Ural ile yaptıkları yazışmaları
bize iletti. Herif o kadar pervasızdı ki tanımadığı insanlara açık olarak neler
neler anlatmıştı. Anlaşılan, “Bunca zaman geçti artık her şey
unutulmuştur!..” diye düşünüyordu.
Toplam 25 kişi yazılarıyla bu sürece önemli katkılarda bulundu. Herkesin bu
tiple ilgili yaşadıkları vardı.
İbrahim ile aramdaki işbölümü de iyi çalıştı. Ben değişik kanallardan gelen
bilgileri sınıflandırmayı, iç bağlantılarını kurmayı ve sonuçta ortaya bir
tablo çıkarma işini yapıyordum. Tabloda eksik varsa, neyin eksik olduğunu ve bu
eksiğin nerede aranması gerektiğini konuşuyorduk. Neredeyi aramak esas olarak
İbrahim’e düşüyordu. Ne aradığınızı biliyorsanız ve onu nerede aramanız
gerektiğini de aşağı yukarı belirlemişseniz, aradığınızı bulma şansınız hayli
fazladır. Bizde de öyle oldu…
Az sayıda olmayan insanın konuyla ilgili geniş bilgisi vardı ve site
duyuldukça, yazılanlar okundukça, insanlar kendiliklerinden bizimle ilişkiye
geçiyor ve bildiklerini aktarıyorlardı. Her yeni bilgi boşluk dolduruyor ve
tablo gittikçe netleşiyordu. Mihrac Ural’ın Muhabarat elemanı olduğunu zaten
bilmeyen yoktu. Biz bunun 1976 yılı yaz aylarında Antakya’da aramıza girinceye
kadar geriye gittiğini ortaya çıkardık.
1978 Mart operasyonunda polisle anlaşmıştı. Bir ülkenin –Suriye- polisiyle
çalışan, başka ülkeninkiyle neden çalışmasın? Mart 1978’de çok sayıda Acilcinin
yakalanmasının yanı sıra, 1979 sonundaki büyük operasyon da Mart 1978’in devamı
sayılabilirdi. Mihrac Ural tanıdığı herkesi cezaevinde kendisiyle görüşmeye
çağırıyor ve böylece herkes de polis takibine düşüyordu.
Ali Çakmaklı ve Müntecep Kesici’den başlayarak infaz edilmelerinde ön
planda rol oynadığı cinayetleri ortaya çıkardık. Sonuçta iyi iş çıkardık...
Okur çok kısa anlatılan bu süreci adresleri verilen internet kaynaklarından bütün ayrıntılarıyla öğrenebilir.
11. İBRAHİM’İN ARDINDAN…
Önemli ve geleceğe kalacak bir iş yaptık. Bu işte en büyük pay İbrahim
Yalçın’a aittir. Ek olarak, O’nun adı hareketimiz tarihinde İlker Akman ve
Yüksel Eriş ile birlikte anılacaktır. İlker ile Yüksel ne yazık ki çok erken
öldüler. İbrahim Yalçın hareketin kurucuları arasında değildi ama ismi daima ön
planda olacaktır. Örgütlenmede, hapishanelerde ve son olarak da 2008-2013
döneminde önemli işler yaptı…
Her ölüm erken ölümdür ama İbrahim istediklerini önemli oranda yaptıktan
sonra hayata veda etti. Herkes böyle yaşayamaz!
Ey Hayat – THKP-C (Acilciler)
Anıları
başlıklı kitabını bir süre sonra internette de yayınlayacağız. İbrahim’in “Sürekli
not alıyordum ama kitap yazacak durumda değildim, bu site beni yazar yaptı!..”
belirlemesi, 2008-2013 arasındaki site
üzerinden yayın faaliyetinin ne kadar çok işlevi yerine getirdiğini gösterir.
Nebil Rahuma unutulmuştu, hatırlandı. Yüksel Eriş çok az biliniyordu,
bilinir oldu. Ve başlangıçtan beri değişik nedenlerle sürekli karşılaştığımız
olgu yeniden gerçekleşti; isim cisimden çok büyüktü!..
Cisim 1988’de sona erdi ama isim sürüyor. İbrahim Yalçın bu ismin ayrılmaz
bir parçası olarak kalacaktır. Yaptıkları yazdıkları ışığımız olacaktır.
12. ANMALAR
İbrahim Yalçın 13 Nisan 2016’da hayatını kaybetti. Bu yıl 30 Nisan’da
Paris’te anma toplantısı yapılacak ve bunu her yıl tekrarlamayı planlıyoruz.
Adres daha sonra duyurulacaktır.
>> 30 Nisan 2017 Pazar günü saat 14’te Paris'te İbo yoldaşımızın 1. yıl ölüm yıl dönümü dolaysıyla bir anma yapılacak. Toplantımıza yoldaşlarımız, ailelerimiz ve tüm devrimciler davetlidir.
>> 30 Nisan 2017 Pazar günü saat 14’te Paris'te İbo yoldaşımızın 1. yıl ölüm yıl dönümü dolaysıyla bir anma yapılacak. Toplantımıza yoldaşlarımız, ailelerimiz ve tüm devrimciler davetlidir.
ADRES : Restaurant Kibele,
12 rue l'Echiquier 75010 Paris
12 rue l'Echiquier 75010 Paris
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)