Cahit Çelik
Aralık
1979 Acilciler operasyonu yapılırken beni de gözaltına aldılar. İstanbul’da 17
kişi tutuklandık. Yakalanma durumları gözden geçirilirken ayrışma
tartışma kaçınılmaz oldu. Ocak 1980’de gruptan ayrıldım. Buna rağmen, aynı
komün içinde kaldım. Sağmalcılar’dan toplu firar yapılınca, Günay Karaca komün
toplantısı yaptı. Çağrılmadığım için katılmadım ve komünden ayrıldım.
Benimle
birlikte tutuklanmış olan Hasan Yalçın ile işte bu ayrılıktan sonra yakınlaştım.
Konuşacak başka şey olmayınca kırk gün boyunca İbrahim Yalçın’ı anlattı.
Abisine hayrandı. Beş ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye oldu. Hasan’dan bir ay
sonra ben tahliye oldum. Tutuklu kaldığım günlerde benimle ilgilenmediği için
TÖB-DER’den ayrıldım. Ne yapmak gerekirse, tek başıma yaptım.
Acilciler
eski defterleri karıştırmaya başlayınca ben de öğrendiklerimi bildiklerimi
yazdım. Daha doğrusu, yazmak zorunda kaldım.
Resim
dersinin İlköğretim Programı’ndan çıkarıldığını öğrenince, on yıllık emekli
olduğum halde, “Bu beni ilgilendirmez!..” demedim. Yerli ve yabancı gericiliğin
karşısına iş üreterek çıktım. Dört kitapçıktan oluşan bir takım Boyama Kitabı
yaptım. Kredi kartından borç alarak kendim bastırdım. Dağıtımcılar dağıtmadı,
satıcılar satmadı, alıcılar almadı.
Daha
sonra, Miro beni Antakya’ya davet etti. Antakya’da gidersem, Boyama kitaplarımı
almak için 40.000.- dolar vereceğini söyledi. Daveti kabul etmedim. Yüksel Eriş
adına “vasiyet” yazdırdı. Bu rezilliğin karşılığı olmalıydı. Yüksel
Eriş’i olduğu gibi tanıtmak için “Şimdi biz ne yapmış olduk?..” başlıklı
yazıyı yazdım. Yüksel Eriş blogunu
yaptım. Yazı yayınlanınca ortalık
karıştı.
Mürüvvet’in
attığı yalanlar ve Ali Fuat’ın yaptığı tehditler işe yaramadı. Rıza’nın yoldaşı
Kutay işe karıştı. Yüksel Eriş blogunu kapattırmak için uğraştılar. Başarılı
olamayınca, Yüksel Eriş adına facebook sayfası açtılar ve o sayfa üzerinden üstü
örtülü olarak bana dil uzattılar. Miro Masalı ’nı yazmaya başladım. Anladıkları
dilden istedikleri karşılığı aldılar.
Lazkiya’daki
Genel Sekreter, İbrahim Yalçın’ı aşağılamak için “mendebur” yakıştırması yapıyordu. Engin’e
Engincik diyordu. Genel Sekreter’in yaptığı yakıştırmaları ve uydurduğu zırvaları
aynen aldım. Öğrendiğim bildiğim ve tahmin ettiğim şeyleri resimler eşliğinde anlattım. Anlatımın içeriği, yakıştırma
adları güzelleştirdi. Miro’nun dangalak düdük olduğu açığa çıktı.
Miro
Masalı 148 bölüm olunca Antakyalı hela çukuru Lazkiya’da patladı. Türkiye’deki
uzantılar da pisliğe katıldı. Kredi kartım bloke oldu. Emekli aylığıma haciz
konuldu. Kardeşlerim işten çıkarıldı. Eletrik su telefon internet doğalgaz
faturalarımı ödeyemez hale geldim. “Elveda İnsanlık!..” başlıklı yazıyı
yazdım Yılbaşından iki gün önce, İbrahim Yalçın bana 600.- avro gönderdi. Rahat
bir nefes aldım. Yeryüzünde yalnız olmadığımı anladım.
Miro’nun
yazdığı zırvaları yanıtlarıyla birlikte ballandıra ballandıra anlattım. Akıl
fikir zikir birliği yaptığı çakalların fotoğrafını ortaya çıkardım. Mahkemeye
gittiler, mahkeme sürecini de yazdım. Tehditler küfürler mahkemeler hacizler
işe yaramayınca, evim 7/24 gözetlemeye alındı. Elemanları atlattım. Kardeşimin
kredi kartıyla bir bilet aldım. Uçağa binerken, İbrahim Yalçın’ı aradım. “Beni
bekle, geliyorum!..” dedim. Dört saat sonra, Paris’te buluştuk. İki hafta
boyunca gezdik tozduk konuştuk. Aramızda aşılmaz dağlar yokmuş.
Evimin
önündeki pislikler temizlendi. İstanbul’a geldim. İşleri yoluna koydum.
Hacizden kurtuldum.
İbo birgün telefon etti.
“Moruk, Viyana’ya gelirsen, tavuk benden, rakı senden!..” dedi. Engin de
gelecekmiş. Viyana’da buluşmak için anlaştık. Vakti saati gelince Viyana
toprağına bastım. Bagajım yoktu. Elimde iki poşet vardı, birinde iki şişe
70’lik rakı ve iki paket cigara, diğerinde tuğla gibi üç kitap. Pasaport
kontrolü yapıldı. Exit işaretlerini takip ederek herkesten önce çıkış
kapısına geldim, imansız kapı açılmadı. Exit işaretini takip ettim, döndüm
dolaştım yini aynı yere geldim, kapı yine açılmadı. Exit işaretlerini bir daha takip
ettim, bin daha aynı yere geldim.
Polisle göz göze geldik.
Çıkış kapısının nerede olduğunu sordum. Kadın polis elimdeki poşetlere gözucuyla
baktı. Kitapları görünce mayıştı. İstanbul’dan geldiğimi ve “Nayn!..” diyecek
kadar Almanca bildiğimi öğrenince, Bosfor rakı kebap Topkapı Ayasofya
muhabbetine girişti. Bana açılmayan kapı, dibine kadar gidilince, benimle
birlikte gelen yolculara açıldı. Laf uzadıkça uzadı!..
İbo’nun telefon
numarasını yazdığım kâğıdı kadına gösterdim. Kadın numarayı görünce muhabbet
bitti. “Moment, moment!..” dedi. Poşetleri açmamı istedi. Bir şeyler söyledi. Gitti,
tercüman getirdi.
Tercüman “Kardeşim sen
bu karıya ne yaptın? Karıyı delirtmişsin!..” dedi. Konuyu kısaca anlattım. İbo’nun
telefon numarasını gösterdim. “Şimdi olay anlaşıldı. Bu telefon, Fransız
telefonu. Avusturyalılar Fransızları sevmez. O yüzden, kadın keçileri kaçırmış.
Dört karton sigara getirmişsin. Üç karton sigarayı senden alacaklar ve ayrıca 60.-
avro ceza yazacaklar!..” dedi.
İbo’ya haber vermek için
ipe un serdim. “O kadar param yok, dışarıda beni bekleyen arkadaşım var, o
gelsin cezayı ödesin!..” dedim. Kabul ettiler. Tercüman “Aman kardeşim,
arkadaşına söyle, hangi dilden konuşursa konuşsun, tek kelime Fransızca
konuşmasın. Yoksa sizi burada tutarlar, hapise koymadan bırakmazlar!..” dedi.
Haber vermek için dışarı
çıktım. İbo’yu aradım taradım bulamadım. Tanımadığım iki kişi yanıma geldi.
Biri koluma girdi. “Avusturya Polisi” olduklarını söyledi. “Geç kaldınız,
hakiki polisler beni yakaladı!..” dedim. Mendebur İbo’yu buldum. İçeri girdik.
60.- avro ceza ödedik. Güle oynaya Kâzım’ın yerine geldik.
Engin de oradaydı. Azcık
rakı şarap içtik. Havadan sudan dereden tepeden konuştuk. Kafa kıyak olunca, az
biraz uçtuk. Sabah oldu, mide rahatsızlığım arttı. Kıvranmaya başladım. O akşam
islami usullerle kesilmiş keçiyi yedik bitirdik. İbo’nun TDAS Yayınları
önerisini kabul ettik. “Hava soğuk, üşüdüm!..” dümeniyle Kâzım’ın ceketini
giydim. Giyilen çıkarılmazmış. Ben de çıkarmadım.
Ertesi gün İbo ile
birlikte Almanya’ya gittik. Yol boyunca hiçbir şey yiyemedim. Su bile içemedim.
İbo ağzını doldura doldura, “Yav kardeşim şimdi ben seni ne yapiyim? Heç bişey
yemiyon, heç bişey içmiyon, bi de bu haline bakmadan gezmelere çıkıyon!..” diye
söylenmeye başladı. Yol uzadıkça uzadı!..
Gele gele geldik Ali
İhsan’ın evine. “Buyur, buyur!..” ettiler. Baş köşeyi bana verdiler. “De
haydi!..” dediler. Bir o yana baktım, bir bu yana baktım. Gözüm kesmedi, bir
lokmacık alamadım. Bahane yaratmak için sofrayı gözden geçirdim, sofrada kuş
sütü yoktu, “Süt var mı?..” dedim. Bir bardak süt içtim. Sabah olunca, Perihan
abla nane limon kaynattı. Azcık üzüm yedim. Kendime geldim.
“Engin
beni bugün uçur, böylesi daha ucuz olur!..” dedim. Akşam uçağa bindim. Uçakta
bir fincan zeytinyağlı taze fasulye ile birlikte ıvır zıvır şeyler verdiler, hepsini
yedim. Eve geldiğimde tanınacak halde
değildim.
Daha sonra, İbo’nun
hastalandığını öğrendim. Tedavi sürecini takip ettim. “Milyonda birsin,
hastalığı yenersin!..” demekten başka hiçbir şey yapamadım. Saçları kaşları
dökülmedi. Keloğlan olmadan gitti.
17 Nisan 2016 Cumartesi
gecesi Pazara bağlanırken Paris-Malatya uçağı alana indi. Mızrap Ağa’nın oğlu
İbrahim Yalçın alkışlarla karşılandı. Kırk araçlık konvoy eşliğinde gecenin
karanlığını yara yara Elbistan’a ulaştı. Doğduğu büyüdüğü evi ziyaret ettikten
sonra geceyi geçirmek için Cemevi’ne gitti. Sabah olunca, ayrılığın vakti saati
gelince, baba ocağında kardeşleriyle yeğenleriyle sevenleriyle helalleşti.
Cemevi’nde canlarıyla söyleşti. Daha sonra, annesinin babasının kardeşinin
yanında vatan toprağına ekildi.
O şimdi, Nurhak Dağı’na
baka baka ışıklar içinde yatıyor. İnsanlığın bilgi bahçesinde kan kırmızı çiçek
açıyor. Yaptıkları yazdıkları arkadaşlarına yoldaşlarına dostlarına ışık
oluyor!..