Cabir Hasan
Nisan ayı bizim için
yüreğimizin acıdığı ve bir yanımızın eksildiği aydır. 2 Yıl oldu İbo’muzun
kızıl yıldızlarla buluşması. Uzun yıllar direnci, inadı ve umudu harmanlaştırarak
bir mücadele sürdüren İbo’muzun aramızdan fiziki olarak ayrılışının 2’nci
yılında anısı önünde eğilerek saygıyla anıyorum ve özlemle selamlıyorum.
Demişlerdi ki “Ölenle
ölünmez, sen de zamanla alışırsın!..” İbo yoldaşım, iki yıl geçti ama ben hâlâ senin
yokluğuna alışamadım. Nuray ve Dayı yoldaşlarla ne zaman bir araya gelsek,
mutlaka seninle geçirdiğimiz anılarımızı konuşuruz ve hüzünleriniz.
Seninle birlikteyken hiç
önemsemediğim saatleri, günleri, ayları, mevsimleri, yılları şimdi ne kadar çok
arıyorum. Ve ne kadar acıdır ki bir kez daha birlikte mücadele edip, birlikte
güleceğimiz zamanımızın asla olmayacağı gerçeğinin karşısında, bir yanımın hep
eksik ve buruk olması hayatın gerçeğidir.
Bizler senin hayallerini
gerçekleştirmek için güçlü adımlarla yürümeye devam ediyoruz. Senin özlemini
çektiğin ve hayallerin olan ülkemizi barış ve demokrasiye kavuşturmak için var
gücümüzle çalışıyoruz.
Ben burada İbo yoldaşla
kısa bir anımı anlatacağım. Bence bir anı yazılacaksa anının yaşadığı gibi
yazılması gerekir. Anıların sadece iyi yanları yazılıp kötü yanları bir kenara
atılmaz, yoksa anının anlamı kalmaz.
Hiç unutamayacağımız
İbo’muzla olan anılarımıza nerden başlayacağımı gerçekten bilmiyorum. O kadar
anılarımız var ki hangisini anlatacağıma karar veremiyorum. Yaşadığımız Paris
sürgün hayatı içinde kimi zaman bir birimizden uzak kalmış olduğumuz zaman olsa
bile hiçbir zaman birbirimizden ayrılamadık.
Dedim ya hangi unutulmaz
anısı iyisiyle kötüsüyle paylaştığımız anıların hangisinden başlayım diye.
Yunanistan Kos adasındaki anıları mı, yoksa İsviçre’ye Haydar yoldaşa giderken
İsviçre anıları mı, hangisi? Yoksa inşaatlarda en zor şartlar altında
çalıştığımız anıları mı? Daha nice anılarımız var, çünkü biz 29 yıl hiç
ayrılamadık. Her anının unutulmaz bir yeri var içimde. Ben inşaat sektöründe
çalıştığım zamanda kısada olsa İbo’yla anılarımı anlatmaya çalışacağım. Şu anda
bile bu kısa anımı yazarken İbo’nun o sevecen gülüşü gözlerimin önünde
canlanarak bir filim gibi geçiyor.
İbo çalışmıyordu aldığı
sosyal yardımla yaşamaya çalışıyordu. Ben de inşaat sektöründeydim. Genelde işten sonra belirli
saate Dayı ben ve İbo bir kahvede buluşur, kahvemizi içer, Türkiye deki durumu
ve dünyadaki siyasi gelişmeleri gözden geçirirdik ve yoldaşlarımızı nasıl toparlayacağımız
üzerinde sohbet ederdik. Bu haftada en az 1 ve ya 2 defa olurdu. Benim de
işlerim yoğundu.
Bu sohbetlerin birinde “İbo yoldaş, boş dolaşacağına gel yanımda çalış, hem bana yardım etmiş olursun, hem de boş kalmamış olursun” dedim. Benim amacım İbo’yu yaşadığı ekonomik sıkıntıdan çıkarmaktı. Dayı, İbo’ya “Ya sen nasıl çalışacaksın? Cabir’in işi çok ağır, dayana bilir misin?” dedi. Dayı haklıydı, zira İbo hayatının büyük bölümünü öğrencilikle ve cezaevinde geçirdiği için çalışmamış biriydi. Sürgünde de ticari işlerle uğraşmıştı, fiziki olarak hiç çalışmamıştı.
Ben de İbo’ya “Yoldaş ben
senden bir şey istemiyorum, sadece iş arabasını alacaksın, ben şantiyeye
gideceğim, sen de farklı bir şantiyeye gideceksin. Arabada olan çalışma
malzemelerini sabah erkenden işçilere götüreceksin ve yanlarında kalacaksın.
Bir şey lazım olursa mağazaya gidip eksik olan malzemelerini alacaksın, onlara
getireceksin. Akşam da işçiler iş bitişinde malzemeyi arabaya koyacaklar, sen
de arabayı alıp evine gideceksin…” dedim.
Dayı “İşte bu güzel”
deyince İbo hemen oradan atladı. En çok kullandığı kelimeyle; “Ya moruk, çok
iyi olur, ben kâğıtlı çalışmalıyım, yoksa durumum kötü…” dedi. “Tamam!..”
dedim. Hemen orda kartının fotokopilerini aldım ve resmi olarak işe başlattım.
“Oh, güvenebileceğim bir yoldaşım yanımda artık, gözüm arkada kalmaz, başka
şantiyelerde!..”diye devam ettim. İbo resmi olarak yanımda çalışmaya başladı.
Üç gün sonra, İbo’nun
olacağı şantiyede çalışan işçilerden telefon geldi. “Cabir Usta bu Cemal nerede?
(Eskiden beri İbo çevrede Cemal olarak tanınıyordu) Saat öğlen oldu adam yok,
nasıl olur?” dediler. Hemen telefona sarıldım ve Cemal’i aradım. Benim çok
sinirli olduğumu biliyor. “Ya yoldaş neredesin?..” dedim.
Bana “Kahvedeyim, çorba
içmeye geldim” dedi. İşin garip yanı çorba içtiği yerle malzemeyi bırakacak yer
arası 5 dakika arabayla. “Ya yoldaş, başta malzemeyi bırakıp sonra çorbana
gitsen olmaz mı?” dedim.
Küplere bindiğimi anladı.
“Moruk gidiyorum” diyerek telefonu kapattı.
Baktım ki böyle olmayacak
bu sefer bulunduğum şantiyeye aldım. Hava buz gibi sabah daha işbaşı yapmadan
“Cabir yoldaş bu soğukta çalışılır mı?” dedi. Ben de “Ne yapalım, ay başı
geldiğinde bu kadar insana nasıl maaşlarını vereceğiz?“ dedim. O da “Haklısın
ama zor!..“ dedi.
Ben makinenin üzerindeyim,
vida sıkıyorum, vidalarım bitince İbo’ya bağırdım, “vidalardan getirsene”
dedim. Ama baktım ki ses yok Allah Allah bu adam nereye gider. Ben sıfırın
altında 5 derece de vidaları sıkmaya çalışıyorum, adam kayboldu. Ben sonunda
inmek zorunda kaldım.
Neyse, belki de tuvalete
gitmiştir diye düşündüm. Soyunma odasında biraz kendimi ısıtayım dedim. Ne
göreyim İbo sigarasını yakmış ayaklarını kalorifere koymuş kahvesini içiyor.
İşte o anda ben hopladım; “Yahu ben orada donarak çalışırken sen buradasın!..”
dedim. İbo hiçbir şey olmamış gibi “Ya moruk, sana hayranım, bu soğuk altında
nasıl dayanıyorsun, valla ben dayanamadım…” dedi. Benim vidalar gevşedi. “Neyse,
o zaman git kahveye orda otur, ben de bunları bitirince gelirim“ dedim.
Aradan birkaç ay geçti. Ben
başka yerde, kendisi başka yerde çalışıyoruz. İş arabasını vurmuş. Arabada bir
insan kafasının geçeceği bir delik açılmış. Arabayı inşaat çöpüne vurmuş. Bana
söylemiyor. Dayıya söylüyor. “Ya ben arabayı kötü vurdum. Dayı onun nasıl
sinirli olduğunu bilirsin, sinirlendiğinde önünü göremez!..” demiş. Dayı da
“keşke söyleseydin” deyince, İbo “söyleyemiyorum” demiş.
Neyse kazadan 2 gün sonra
İbo’yu aradım. “Yoldaş yarın filan şantiyeye gidiyoruz, sen de oraya gel, her
birimizde bir araba var... ” dedim. İbo geldi hemen. “Arabanın anahtarını ver
onun içinden bir malzeme alacağım” dedim. Anahtarı aldım arabaya gittim ki
kocaman bir delik var. “Cemal yoldaş bu delik nedir böyle? Bu delikten isteyen
istediği malzemeyi çalacak büyüklüğünde nasıl oldu kaza mı yaptın?.. ” dedim?
“Yok moruk, biz terastayken
şantiyeye malzeme indiren tır vardı geri geri gelirken arabaya çarpmış gitmiş”
diye cevap verdi. “İyi de yakalayamadınız mı?” “Yok ya moruk, ben de sana
söyleyecektim” dedi ama söyledikleri bana pek inandırıcı gelmedi.
“Neyse tamam yoldaş” dedim.
Dışarıya çıktım. Aynı şantiyede “kaza” dediği gün çalışan başka birisini
çağırdım, aynı soruyu ona sordum. “Ya tır arabamızı çarpıyor, arabada kocaman
bir delik açıyor, hiç biriniz görmüyorsunuz. Bu nasıl iş?.. ” dedim. O sıra
adam demez mi, “Ne tırı ya, Cemal abi çöpe vurdu, tır mır yok, sen hiç dikkat
etmedin mi? Hiç birimiz onun arabasına binmiyoruz, çünkü çok tehlikeli
kullanıyor, pimi çekilmiş bomba gibi gidiyor.”
Neyse bunu deyince ben daha
işbaşı yapmadan soyunma odasına gittim ve bütün işçilerin elbiselerini
değiştirdiği yerden başka bir bölüme Cemal yoldaşımı çektim, arabada olan delik
benim zoruma hiç gitmemişti ama bana söylememesi, benden saklaması ve farklı
anlatması benim çok zoruma gitmişti. “Sana söyleyecektim ama çok
sinirleneceksin diye söylemedim!..” dedi.
Ben de aslında benden
sakladığın için sinirlendim ve kötü bir şekilde sinirlenmiştim hemen dedim
arabanın anahtarını ver ve treni al eve git dedim. Hiç sesini çıkarmadan işi
bırakmasını ve eve gitmesini istemiştim. Benim bu tavrımı Dayı’ya şikâyet
etmiş. Dayı da “Ona söyleseydin böyle olmazdı, Cabir seni yanına aldı ona
yardımcı olman için, sen ise işçilerin başında bulunacağına, onlara zamanında
malzeme götüreceğine kahveye gidiyorsun!..” demiş.
Ama her şeye rağmen, ufak
tefek tartışmalara ve kızgınlıklara rağmen biz bir birimizde hiç ayrılamadık.